Paylaş
Sonradan Lycée Charles de Gaulle oldu.
Hatta İstanbul’da da Pierre Loti var ya hani, Papillion diye bilinen, işte bu ikisi kardeş okul gibidir aslında. Az insan bilir bizim okulları.
Çok iyi eğitim verir bu iki okul, çok. Haklarını teslim edip teşekkür etmeliyim.
Anadilin gibi Fransızca öğrettiği yetmez, üzerine İngilizcen de su gibi olur.
Adil ve sorumluluk sahibi, çalışkan, okumayı seven dünya vatandaşları yetiştirirler.
Küçücük bir okul ve az öğrenci olduğumuz için de, en küçüğümüzden en büyüğümüze birbirimizi tanırız.
Rengarenk bir okul düşünün. Her dilden, her renkten, her dinden çocuk; Müslüman, Musevi, Hıristiyan, Budist...
Tek sihirli bağ, çocukluk...
Ailelerin çoğu diplomat olduğundan gelenin gideceği zaman da bellidir.
Her gidenle ne çok gözyaşı döktük, ne hasretler çektik.
Hatta Fransa’ya dönen Alexandra, özlemden resmen hastalandı. Sınıfça program yaptık, ailesiyle organize olduk, ona sürpriz yapıp Türkiye’ye tatile geri getirdik.
Fransız çocuk ülkesine dönüp Türkiye’ye özlem duyuyor.
O aslında arkadaşlarına hasret çekiyor...
Aileydik biz, aile.
Hâlâ da öyleyiz. Başım sıkışsa, kime bir şey danışsam, anında görüntü.
Lisemden mezun oldum, üniversiteye Boğaziçi’ne gittim. Koskocaman bir üniversite. Uzaylı gibiydim.
Üniversiteye kadar Fransa’ya adım atmak kısmet olmadı.
Türkiye’yi ve üniversitemi temsilen René Cassin İnsan Hakları Yarışması’na gitmeye hak kazanınca kısmet oldu Paris’i görmek.
Ama işte yarışma stresi mi nedir bilmem, bana Paris’te gelenler geldi.
Her şey hayal kırıklığı yaratmıştı bende. Eyfel Kulesi’nde turistlere gıcık olup sinirden öleceğim sanmıştım.
Bir çelik kuleye nedir bu merak diye söylendim durdum. Saçmalık işte!
Hatırladıkça gülüyorum. Paris’i beğenmedim yani. Yuh!
Sonra üniversiteden mezun oldum, evlendim, çocuklarım oldu ve taaa ne zaman sonra, liseden sınıf arkadaşım -ki kendisi aynı zamanda ortaokul aşkım da olur- Christian Xavier Gabriel Olry De Labry Morin De Linclays’nin (ismi bu kadar uzun!) düğününe gittik karı-koca. Birkaç kere de orada yaşayan arkadaşlarımızı görmek için gittik. Hep kısa kısa.
Ben çok geç sevdim Paris’i.
Geç anladım sanki zamanında kıl olduğum Fransızları.
Geç barıştım o her şeyi didikleyen, sorgulayan, araştıran, kanıtlamazsa huzur bulmayan kafalarıyla.
Hatta ne yalan söyleyeyim, git gide daha fazla İngilizce konuşmalarına bile içerledim.
Komiğim değil mi?
Neyse, lise arkadaşlarıma bir mesaj attım Facebook’tan: “Paris’e geliyorum, maraton koştuktan sonra kimi görebilsem kârdır. Herkesi çok özledim” diye. O kadar.
Christian hemen “Maraton kızı Yonca geliyor!” diye bir grup kurdu. Gözlerim doldu; o “maraton kızı” ben oluyorum, hey gidi Yonca hey... Bir baktım 28 yıldır görmediğim arkadaşım Aylin bile çıkmış gelmiş buluşmaya.
Ali deseniz, 17 yıldır görmemişim! Pes.
Ama sanki her şey dünmüş, araya onca yıl hiç girmemiş.
Bir tek Alexandra, hani demin yazdım ya özlemden hasta olmuştu diye, dünyanın en güzel kızlarından biridir ayrıca, bir menenjit virüsü yüzünden felçli kaldı, bir o gelemedi işte.
Daha erken haber etseydim gelebilirdi.
Benim eşekliğim.
Gelmeyi denedi ama, düşünün!
Yine de Facebook’tan takipteydi. Maratonumu koşarken mesajlar attı, destekledi beni.
Arkadaşlık öyle değerli ki!
Arkadaşlık kuvvetliyse, aradan akan zaman, değişen hayatlar önemsiz kalıyor.
Güzel anıların, paylaştığınız mis gibi duyguların yerini hiçbir şey tutmuyor.
Büyüdükçe daha da anlam kazanıyor bir şeyler.
Küslüklere gülebilen olgun elmalar oluyorsunuz, kırmızı yanaklı.
Dalga geçebilme kapasiteniz genişliyor kendinizle. Her şeye gülebiliyorsunuz, sonsuzca.
Büyüdükçe hayatta neyin öncelikli, neyin değerli olduğunu anlıyorsunuz git gide.
Ha deyince yarım saatliğine bile buluşabildiğin sitemsiz sorunsuz arkadaşların varsa şu hayatta...
Şanslısın.
Şükretmeyi sakın unutma!
Yonca
“cankuş”
Paylaş