Paylaş
Bu bilgi eksikliği ve kirliliği içinde; düşünme/sorgulama yetisi budanmış, vahşet dehşet sansasyon seven insanlar tarafından da hesabı kesildi, kurban edildi.
Bu olay başka bir ülkede meydana gelse, böyle ortaya çıksa, sporcu 8 yıl men edilse, -ki bunlar oldu başka ülkelerde de- ne çok istifa olurdu.
Oysa biz çok mutluyuz Aslı Çakır’ın başını yediğimiz için. Artık herkes rahat rahat uyuyabilir.
Mesele Aslı Çakır, Ali Veli 49 50 meselesi değil.
Mesele çoook derin ve çoook karmaşık.
Evet, hiçbir neden ve bahane dopingi haklı çıkartmaz.
Ancak şunu bilin; her yerde doping var. Bu dünya düzeninde bunun da idaresi/yönetimi var.
Biz, bunca dopingle bile hem başarısızız, bu da yetmezmiş gibi, olan başarımız da haksız başarı.
2009’dan beri koşuyorum. 300metre koşarak başladım.
5km koştum, sonra 10km koştum, sonra 15km koştum, sonra 21km koştum ve ardından ilk maratonumu, yani 42km 195metreyi koşunca, insan çalışırsa her şeyi yapacak güce kavuşur noktasına geldim ve devam ediyorum.
Bakalım daha ne kadar uzun koşabilirim, dayanıklılığımı ne kadar arttırabilirim diye merak ettim. İnsanın kendini geliştirebildiğini görmesi, o yolda ilerlerken hayata dair birçok şeyi de anlaması çok tatmin eden bir duygu.
Uzun mesafeli koşular hep arazilerde, dağlarda olduğundan ve ben doğa ve arazi tipi bir insan olduğumdan, uzun doğa koşularında kendimi buldum.
Kendini bulmak betimlemesi bir geyik değildir. Gerçektir. Ben buldum diyorum size. Varmış öyle bir şey.
Derken 80km’lik bir yarışa gittim, ultra maratona yani.
İlk denememde 75.km’de diskalifiye oldum. Zamanı kaçırdım. Yani yarışı bitirmeme 5km kala, hayatım söndü gibi oldu.
Ama sönmedi.
Bir sonraki sene azmettim, yine gittim.
Bu sefer 12 Saat 33 dakika 57 saniyede 80km’yi bitirdim.
Uzun ve çok etaplı, bir kaç gün süren ultra maratonlara da gidiyorum.
6günde 260km yaptığın ve tam yeterlilik gerektiren ultra kategorilerinde yarışmıyorum. Henüz hazır hissetmiyorum.
140km’yi yiyecek içecek ve malzeme desteği alarak 6 günde koşulan yarışları mutlu mesut bitirebiliyorum.
Likya Yolu Ultra Maratonu 2012’de kadınlar 1.si oldum, benden başka kadın yoktu gerçi. Olsun.
Ben vardım, 1. oldum.
2013’de Runfire Cappadocia Ultra Maratonu’nda da 6G’de kadınlar 1.si oldum. O zaman daha fazla kadın vardı.
2015’de daha yeni, Runfire Cappadocia’da 6G kategorisinde kadınlar 2.si oldum. Birinci 24 yaşında Seda Nur Çelik, ben de Yonca, yaş 43.
Aramızda büyük saat farkı var Seda Nur Çelik ile. Yetişmem söz konusu değil hızına.
Bunları hiç koşmayan, sporun cefasını çekmeden ağzı olduğu için konuşan yorumlayan insanlara “Pardon bi dakka, boş konuşmuyorum şekerim. Sen otururken olduğun yerde, ben atletlerin ne büyük emeklerle, ne zamandır yapılan fedakarlıklarla buraya geldiğini biliyorum! Çünkü ben de benzer sıkıntılar yaşıyorum. Ben de aynı duyguların içindeyim. Ben de onun kadar yalnız ve cesurum. Ben de onun kadar safım ve ben de onun kadar kolay harcanmaya, kolay et gibi yuhlanmaya müsaitim bu spor kültürü, politikası, bilinci olmayan ortamda” demek için yazıyorum.
Haaa... gelelim şimdi madalyalara, kürsülerde okunan/okutulan milli marşlara, dopinglere...
Bu ülkede maddi durumu iyi olup çocuğu sporcu olmak isteyen kaç çocuk hem ailesi hem de okulu tarafından destek görüyor sormak isterim.
Her türlü imkanı olan; halterci veya gülleci olmaya yatkın kaç çocuk kas yapısına bakılarak geliştirilip Olimpiyat’larda bizi temsil etmeye hazır hale getiriliyor?
Böyle kaç çocuk tanıyorsunuz?
Veya böyle bir çocuk varsa, onu destekleyen kaç okul, kaç aile tanıyorsunuz?
Siz mesela, bugün kızınız gelse, Baba ben gülleci olucam dese, ne cevap verirsiniz bir düşünün isterim.
Ben çocukluğumdan beri sporu önemseyen, seven ve bana yapmam için her şeyini seferber eden bir aileye sahibim.
Aklım erdiğinden beri de spor içindeyim, sporla yatıp kalkıyorum. Ne acıdır ki, benim çevremde dahi sporcu kafada, o ruhla çocuk yetiştiren aile sayısı iki elimin parmakları kadar.
Onların da zaten hali içler acısı. Paralarıyla rezil oluyorlar. Çocuklarını spora devam ettirebilmek için okulla, arkadaşlarıyla, arkadaşlarının aileleriyle, babaanne annane dahil, dersaneden de azar işitiyorlar. Sürekli “çocuğun hayatıyla oynuyorsun! Halterci kızla kim evlenir? Gülleci erkek karısını nasıl geçindirir? Okumazsa hayatı söner...” gibi acayip işkenceler görüyorlar.
Halter ve gülle bilerek verdiğim bir örnek çünkü genetik tablomda halterci veya uzun mesafe dayanıklılık koşu sporunda elit atlet olacak kas yapın var dendi. Ağzım açık kaldı.
Uzun koşuyu sevdiğimi, ve kabiliyetim olduğunu tesadüfen buldum.
E 40’a yakın yaşında kimsenin sana “yazık be sana” demesini takmayacak kadar aklın başında olduğu için, daha kolay bildiğini okumak. Ki beni bile delirtebilen bir “koşma kızım öleceksin” baskısı kulağımda hala çınlıyor.
Ya da “deli” diye bakan gözler, alaycı cümleler bana hep “bi kafa atayım da, bitsin bu cefa” dedirtiyor.
Durum hal böyle olunca bu ülkede sporcu dediğin sadece maddi olanağı kısıtlı, kobay gibi kullanılmaya müsait, yarış atı gibi koşturulabilen, hayatı ve yaşam koşulları itibariyle ödev başına oturmak zorunda kalmadığı için zaten tazı gibi koşabilen, doğduğu yetileri şehirli bebeler gibi elinden alınmadan geliştirilebilen çocuklara kalıyor.
O yüzden atletlerimiz, haltercilerimiz, güreşçilerimiz hep eğitimli cahiller tarafından “yazık ve ezik” görülen güzelim taşralı çocuklardan çıkıyor.
Bu çocukların ana babaları kurban olur çocukları kurtulsun, iyi bi hayatları olsun diye. Küçücük yaştan hocası kimse ona “eti senin, kemiği benim” diyerek emanet eder. Koşulsuz güvenir.
Kariyer bu... Hayat bu. Hayatını ona göre yaşıyor bu insanlar.
Sıcak soğuk yağmur kış rüzgar sel felaket deprem demiyor. Kalkıyor herrrrr gün antrenman yapıyor ve bunu bir hayal, bir amaç için yapıyor.
O sırada sen orda mısın peki?
Yanında mısın “ha gayret evladım...” diyor musun?
Yooo, adından bile haberin yok. Yaptığı da çok saçma. Olimpiyatlara var diyelim mesela 4 sene, yahu manyak mı 10 sene, 15 sene öncesinden beri her gün enayi gibi çalışıyor işte!
O çocuksa, bir gün KÜRSÜye çıkarım, ülkemin milli marşı inler salonlarda, madalyalar alırım, ülkem benimle gurur duyar diye diye kendini öldürse öldürür aşkından, tutkusundan. Zaten başka bir şey de istemiyor.
Yani siz bu ülkede milli bir atlet her ay nefis maaş filan mı alıyor sanıyorsunuz... Ağlarım inanın şu an böyle sanıyorsanız!
Salonlardaki hocalara bakmayın lütfen. Ayrı şeyler bunlar.
Antrenör ne derse odur üstelik.
Sporcu vardır, yanında hocası/koçu/doktoru/beslenmecisi ve tabi onların üstünde kulüpler, federasyonlar lar lar lar lar...
Koçu artık onun anası, babası, abisi, ablası, hayatı her şeyidir.
E öyledir çünkü.
Bakın ben şurada hepi topu 6 senedir koşuyorum, 3 senedir daha ciddi ele alıyorum konuyu, şu anda bütün sporcu arkadaşlarım (en tecrübelisinden en amatörüne kadar, her birinden bir şey öğreniyor insan), artı Milli Bisikletçimiz Halil Emre, Dr. Nurhayat Gül benim için tek kelimeleriyle hayatı durduracak önemde. Onlar bi şey dedi mi, akan sular durur bende. Çünkü onların uzmanlık alanı bu konular. Güvendiğim kaynaklar, kendimi teslim ederim.
AÇIM AÇ!
Bilgiye ve öğrenmeye açım.
Delice seviyorum koşmayı ve bir ömür boyu koşabilmek için, sağlıklı olmak, keyifle devam edebilmek için bana anlattıklarını, tecrübelerini, uygulamalarını kendime en uyan şekliyle, kimi zaman deneye yanıla alıp deniyorum.
Mesela ilk 42km koştuğumda yolda kaç km’de bir besleneceğim, ne kadar su içeceğim bilmezdim. Koşarken beslenmem gerektiği, elektrolit kaybı yaşayacağım ve bunun ciddi bir şey olacağını da bilmiyordum. Finişi gördüm ama nasıl gördüm bir ben bir Allah biliyor. Ala turka kafalarla koştum işte.
Daha sonra 75.km’de diskalifiye oldum. İyi ki oldum dedim; çünkü 1 metre daha gitsem o tecrübesiz kafamla sadece hipotermi ile kalmaz, başka şeyler de açardım başıma.
Öğrendim ki kendimi “takviye” ile beslemem de gerekebilir ve bu Ahmet için farklı bir sistem, Acı Yok Roki diyen film karakteri için başka bir düzen, Ussain Bolt için bambaşka bir sistem gerektirir. Takviye makviye benim işim değil. Danışırım, sorarım. Ha o sırada artık eğer yanlış insana çattıysan bittin.
Yani başın ağrıyo diyelim, “dur sana aspirin vereyim” diyen milletimize “alma o aspirini belki seni öldürür” dememiz gerektiği gibidir bu işler de.
Sen bu Dünya’da teksin. Başkasına olan don, sana dar veya bol gelebilir ya da sana mantar yapabilir diye düşünebilmelisin.
Ancak bizde işler öyle olmuyor işte Ey Sevgili Okurcum.
Ben de, kürsü, madalya, doping vesaire konularında bütün Dünya’ya karşıyım. Bütün Dünya’ya gıcığım.
Çünkü işin içinde markalar, koca bir spor sektörü ve hatta spor politikaları var.
Bu işi en iyi bilen Ruslar, Almanlar, Amerikalılar mı diyoruz, bu konuda bilimsel ilerliyor onlar ve bunu çoook uzun zamandan beri yapıyorlar.
Biz o zaman ip atlıyorduk, onlar ipte cambazlık yapıyordu.
Doğru ve temiz bir şekilde takviye yönetimi yapıldığında, sorun çıkmıyor aslen. Gelişimin, ilerlemen, yarışa etkisi, sana verdiği zarar/fayda dengesi filan sorunsuz olabiliyor.
Ama eğer bu işi sen Olimpiyatlara 1 sene kala; “Olimpiyat var gelsene... madalya al çok güzel” kafasıyla yapar, sporcunu “o kürsüye çıkılacak o milli marş okunacak o madalya buraya gelecek” kafasıyla 3 günde şaha kaldırmaya kalkarsan, bunu da 3 kuruşluk bütçeyle yapan bir zihniyetin esiri olursan, basın da senden her gün “hani madalya hani madalya” diye beklenti içeren manşetlerle dolanırsa köpekbalığığ gibi etrafında olanlar olur arkadaş.
Ve olan da spora, spor kültürüne, sporcuya olur.
Ne güven kalır, ne istek.
Kimse ayılmazsa bu saçmalıklara, uyur giderse süper.
De ki bi ayılan olup da bu ne yahu, saçmalık diye isyan bayrağı açarsa, bil ki o da süper.
Hep süper tabi!
Çünkü alırsın topu, hoooop çocukluğundan beri yarış atı olmuş sporcunun üstüne atıverirsin. Ayağından vurursun bi güzel, men edersin ortamdan, kısarsın sesini, zaten konuşacak hal mi kalmış, o da biliyor ama çok geç, basınla da haydaaa hurraaaa aforoz edersin... Nefis reyting olur bunlar.
Bence o araya reklam arası da uzun olur bak.
Kim kaç kere koşmuş da yazmış bilmem bu mesafeleri, sanırsın herkes atletizm profesörü, hatta antrenör ve koç ve hatta madalyalı filan yani!
Yahu işin ehli insanlar bu kadar rahat atıp tutmaz ki zaten!
En kolayı ne mi?
Ben size diyeyim. Bu toprakların en sevdiği roman...
Vurun kahpeye! Vurun vurun!
Bu kaçıncı aynı hikaye farkında mısınız?
Bu işi bu kız tek başına yaptı değil mi olmayan bütçesiyle?
Dopingler salkımdaki üzüm gibi doğada bedava çünkü di mi?
Elini kaldır kopar at ağzına...
Hiç mi kontrol edilmedi o saate kadar, kimse bilmiyor muydu bunun çıkacağını...
Harbi durum vahim bizde demek ki...
Bakın,
Bugüne kadar kürsü ve madalya için koşmadım. Koşmuyorum. Keyif için, bağış toplamak, farkındalık ve çok sevdiğim, iyi hissettiğim giderek daha sağlıklı ve güçlü olmaya spor sayesinde kavuştuğum için koşuyorum.
Yine de, yarışlara gidersen, madalyayı her bitirdiğin yarışta veriyorlar zaten. Anısı şahane oluyor.
Hatıra biriktiriyorsun aslında. Ben de madalya biriktirmekten, çocuklarıma gururla sergilemekten müthiş keyif alıyorum. Arada hava da atıyorum onlarla. Büyük bir güç ve cesaret hissi veriyorlar baktığımda.
Öte yandan “kürsü” üzerine çıktığım bir mdf kutu.
Belki bazısı ahşaptı, bazısı da sunta.
Üzerinde 1 yazar, 2 yazar, 3 yazar. İşte en yüksek, az yüksek, orta yüksek filan konarsın üstüne. Hep düşünürüm bunu kim neden uydurdu ki, çok saçma diye.
O suntaya çıkmak için bin saat çalışırsın, yolda giderken bir arkadaşına kramp girer, durup ona masaj yaparsın ve o kürsü saliseyle bile ayağının altından gider!
Hayat bu ya, elit atletsindir o sabah kalkarsın ve tuvalette elin kapıya sıkışır, ok atamaz, yarıştan ayrılma kararı almak zorunda kalırsın.
Olimpiyatlara veda edersin daha başlamadan.
Kürsüyü filan geç, bi sonraki olimpiyata kadar beklemen, bi o kadar daha çalışmaya da aynen devam etmen, hatta daha da çok çalışman gerekir o dakika.
Zaman yaş ve kurallar hep aleyhine işler.
İnsan olmak zor tamam. Sporcu olmak da inanın hiç kolay değil.
Bugüne kadar bu ülke, olimpiyatlara hazırlanan sporcularını tanımadı.
Kimdir bu insanlar merak etmedi.
Tek merak edilen kaç kişi gitti, hangileri madalya aldı...
Madalya almayanları da kimse sormadı. Onlar bizim için yoklar. Biz ilk üç biliriz yeter.
Ya birinci olman, ya spordan men edilmen, ya da “ay yazıııık ne çok madalyası vardı, şimdi olmuş duba” şekilli haber olman ilgi çeker.
Gittiğin yol, verdiğin emek, harcadığın zaman, sevdiklerinden adadığın bir ömür, seve seve gönülden yaptığın fedakarlıklar, alamadığın hakkın, geçimini sağlayamadığın bu sonsuz emeğin hiç alkış görmez.
Aslında Dünya’nın parasal şov düzeninde kürsü denen yere çıkmak;
Birilerinin koltuklarını kabarttığı, sana bana çakarak böbürlendiği, politika sahnesinde de “ben senden her türlü üstünüm” ezmesi yapabildiği, markaların ticari kazançlarına daha dahasını eklemek için nefis bir olanak sunduğu, sporcuların da kukla edilebildiği bir sahnedir.
De işte bu düzen içinde kimi zaman hepimize iyi gelir, keyif veriri, eğlendirir.
Sporcuna hak ettiği saygı ve sevgiyi; ilgiyi, sağlık ve öğrenim imkanlarını verdiğin gün artık kürsüler üstüsündür aslında.
Belki 100 kişi gider olimpiyatlara, hiç madalya gelmez önümüzdeki 10 Olimpiyat daha. Ama bu işe emek verirsen, kafa yorar, etik hareket edersen, gün gelir 100 kişi gider 100 madalya ile dönersin ve kimseyi de gömüp boğazına kadar taşlamana gerek kalmadan saygıyla sonsuza dek anarsın.
Velhasıl Sevgili Okur,
Sporcuyu men ettik bitti demek, nasıl desem, kolaya kaçmak, hepimizi ayakta uyutmaktır.
Gittiğim salonlarda bile kimi zaman ister istemez şahit oluyorum verilen üstün körü öğütlere, korkmadan herkesçe uygulanan diyetlere, yaptırılan dengesiz ve kontrolsüz çalışma şekillerine.
Maksat hep eksik, hep acele.
3 günde kilo vermek için al bu ilacı iç dendiğinde şu yazıyı okuyan çok kişi kafaya dikmeye hazırdır.
Kaldır totonu spora git dediğinde bi yorgunuzdur hep, çocuk eve geliyordur o saatte veya koca yemek bekliyordur, işte aşırı stres olmuşumdur filan.
Çocuğum kimsenin adını duymadığı bir spora merak duyduğunda tenise dönse daha iyi olur, of ya kim uğraşır yoksa cirit atmaya götürmekle filan ve zaten kim bilir ciriti nerede atacak otursun test çözsün sen rahat ben rahat. Zaten baksana, Olimpiyata giden doping yapıyo, madalya bi geliyor bi gediyor, yetmiyor elaleme rezil oluyoruz sonra... of zaten koş koş nereye kadar, ve hatta koşma çocuğum terlersin!
Of çok sıkıldım inan!
Aslı Çakır’ın başına gelenleri, sadece Aslı’ya hesap kesmeyi kabul edemeyeceğim.
Bu ülke geceden sabaha her sorunu çözmek ister. Uğrunda her şey mubahtır.
Bunlar bizim gerçeğimizdir.
İşte bu yüzden, spora devam edip sporcuya destek verip, en çok inandığım 3 projeden biri olan P&G’nin “Olimpik Anne” projesinde yılmadan çalışmaya devam edeceğim.
Kendini, çocuğunu, kardeşini veya hiç tanımadığın birini, sanki 10 yıl sonra olimpiyata gidip o dalda altın madalya alacakmışçasına saygıyla koşulsuz destekleyen bir spor kültürü yaratmak adına...
Yonca
“koşan yazar”
Paylaş