Yonca Tokbaş - Kelebek
Yonca Tokbaş - Kelebek
Yonca Tokbaş - KelebekYazarın Tüm Yazıları

Kot-Mont-Konvers Kadınları

Aklına esti miydi, yanında hafifçecik bir bavul, ayağında spor ayakkabı, kuş gibi, her kadın kesin arada bir kendi başına seyahat etmeli.

Haberin Devamı

 Nereye gittiğinin hiç önemi yok. Yemin ederim yok. Yeter ki git bir yere. Al minicik bavulunu, istersen kendi şehrinde misafir ol, ister başka bir şehirde veya bambaşka bir ülkede, artık imkanın hangisine müsaitse, git bir yere seyahate.

Kot, mont ve konvers ile.

Nefes al-ver, değişik bir hava kokla. Bir güncük de yeter. Git kafanı dinle, ruhunu dinlendir.

Çok yoruluyor kadınlar her türlü maddi-manevi-vicdani yükün altında, taaa ne zamandan beri hem de! Seyahat etmek gerek diyorum bize! Topuksuz ve en rahat şeklimizle hem de!

Yeni yerler görmek lazım. Insanlara başka bir gözle, sükunetle, hoşgörüyle bakabilmek için, kafa tatili yapmak lazım. Merak etme hakkımızı kullanmak, rutinden arada bir kaçmak lazım.

Elinde uzun zamandır okumayı isteyip de kapağını açamadığın o kitap, değişik yemek kokularının geldiği restoranlar arasında dolaşmak, daha önce hiç denemediğin bir yemeği tatmak mesela ve “Beğenmedim ben bu yemeği!” diyebilmek lazım özgürce.

Denemek lazım sevip sevmediğini anlamak için her şeyden önce
.

Gece yatıp sabaha kadar deliksiz uyuyabilmek, sabah uyanma ve uyandırma paniği yaşamadan, bir sağaaa bir sola dönerek nazlanarak kalkmak lazım yataktan bir günlüğüne.

Banyo yapıp, sokağa çıkıp, alışveriş yapmadan gezinmenin hafifliğini tatmak; o tozlu banka, kirini önemsemeden oturup elindeki simidi ısırarak gelen geçene bakıp harika hayaller kurmak lazım içten içe.

Ayaklarını vurmadığı için ayakkabıların, yürümek gerek hem de kilometrelerce.

Haberin Devamı


Kadınların kesin arada bir seyahat etmesi lazım kendi başına...


Bence.
Yonca

“gezenti”

 

Kahire kokusu


Kahire’deydim iş için. Nasıl iyi geldi anlatamam. Yalnız başıma. Insanın alıp bavulunu ilk gidecek olduğu yer Mısır değil belki ama, olsun. Iş için yola çıkmışım, hayır der miyim! Ne uçağın piste düşer gibi inmesini önemsedim ne de suratıma aksıran pasaport görevlisini... Seyahatteydim.

Kahire demek korna sesi demek, trafikte eşi benzeri görülmemiş bir kahır çekmek demek. Otele gelene kadar bir dolu kaza atlatmak, arabana arkadan dört kere çarpsalar da, umursamadan yoluna devam etmek demek. Tıpkı hayatımız gibi işte!

Kalabalık yollar, fakir insanlar, dilenci çocuklar, dökülüyor olsa da hâlâ gözde olan bizim o eski Şahin ve Doğanlar, yoksulluğa inat zengin tarihi kalıntılar... Mısır’ı Mısır yapanlar da bunlar. Minareler kiliselere, piramitler çöle karşı. Zenginler fakirlere, fakirler de zor da olsa yaşadıkları hayatlarıyla, ölüme karşı.

Otelime geldim, henüz odam hazır değilmiş. Önemsemedim. “Beklerim n’olcak...” derken, “Sizi Nil manzaralı daha iyi bir odaya aldık!” dediler. Gülümsedim. Minicik bavulumu aldım, odama çıktım. Klimayı kapatıp şehrin sesini duymak için balkon kapısını sonuna kadar açtım. Sonuna kadar ama. Kapı öyle ağırdı ki, açık tutmak için önüne bir sandalye, yetmedi o ağır pufu da dayadım.

Bavulumu acele açtım, fotoğraf makinemi çıkardım. Üçüncüdür geldiğim için sesine, kokusuna, dokusuna aşina olduğumdan yadırgamadığım Kahire’nin o kaotik gece manzarasını tepeden çekmeye başladım.

Toplantıdan önce okuyacaklarımı erteleme hakkımı kullandım. Uykusuzluğa alışkınlığımdan, daha geç okurum, ama şimdi yürüyüşe çıkmam lazım diyerek, kendimi hooop sokağa attım.

Boylu boyunca yürüdüm Nil kıyısında. Insanlara baktım. Ne çok insanın ne çok farklı yerde ne de farklı hayatlar yaşadığını düşünüp her biri hakkında değişik senaryolar yazdım.

Şu koca dünyada küçücük olmanın tadına vardım.


Otele döndüm. Sabaha işkadını olarak askeri nizam erkenden kalkmam gerektiği için, alelacele bu satırları kaleme aldım. Karşımda Nil Nehri, ileride solda piramitler, yanlarında sfenkslerle beraber bana bakarken, sizin de seyahat etme özgürlüğünüzü kullanmanız için, yıldızlara dilek saldım.

Yonca

“mumya”

 

Suri’nin topukluları herkesi gerdi

Arap aleminin magazin dergisi Ahlan’da da haftanın olayı Suri Cruise’un ayağındaki topuklu ayakkabıları idi. Nasıl sinir oldum anlatamam!

Ya haberi yapanların kızı yok ya da Cruise ailesine ve hatta Scientology’ye gıcıklarından böyle yazıp çizmişler. Yazılanlar, kızın ayağındaki topukludan daha kötü etkili.

Yahu her üç yaşına girmiş ve kendini kaybetmiş kız çocuk annesi bilir ki, her kız çocuğu o pembe topuklu terlikler için yapmadığını bırakmaz.

Bırakın topukluyla yürümeyi, gece ayağında onlarla uyudukları bile olur. Hatta yetmez, bazıları banyoda topuklu terlikleriyle yıkanmaya kalkar.

Yaşadım da ondan biliyorum. Ayrıca her o yaştaki kız çocuğu annesinden özenip makyaj yapar, uyduruktan manikür pedikür ayağına tırnaklarına oje sürdürür. Banu Alkan tipi tüylü şeylerle gezinme meraklıları da vardır aralarında.

Olur. Yaşanır. Tatmin olunur, geçer, biter. Sonra da o küçük kokoş kızların hepsi, aniden erkek çocuk moduna girer. Bu sefer sen cicibici giydirmek istersin, o istemez.

Var mı aramızda annesinin topuklu ayakkabılarıyla poz poz resmi olmayan? Yok. E ne o zaman? Yok Suri annesine yapışmışmış da sağlıksızmışmış da... O yaş döneminde anasına yapışmayan çocuk gösterin, valla eşşek gibi anırıcam ben burada!

Yonca

Haberin Devamı

“tecrübeli” 

Yazarın Tüm Yazıları