Paylaş
Annaneme “Fatoş” demeyi çocukca severdim.
Gerçi ona asla yüksek sesle böyle seslenemezdim. O benim yüksek sesle Annanem, alçak sesle Fatoşumdu.
Gözleri kül rengiydi.
Böyle bir göz rengi var mıdır bilmiyorum ama bence, Fatoş’ un gözleri, hayatının izlerini buğulu, dumanlı tonlarda taşıyan bir çeşit kül rengiydi. Bana kül rengi gibi gelirdi.
Fatoş çok güzeldi.
Uzun saçlıydı.
Saçlarını hep topuz yapardı. Bembeyaz pamukçacık saçlarını filketelerle tutturup topuz yapar, gece yatana kadar da açmazdı. Geceleri o güzelim, ince telli beyaz saçlarını açar, uzun uzun tarardı. Sonra uzanıp yanımdaki yatağa, uykuya dalardı.
Geceleri kükreyerek horlardı. Korkardım.
Ne zaman dürtsem: “Annanecim, horlama korkuyorum...” desem, hemen olduğu yerde bir iki kıpırdanıp susardı.
Fatoş’ un kızı, yani annem, onun üç kız bir oğlandan sonraki sonuncu çocuğuydu. Aralarda kaybettiklerini, düşürdüklerini saymazsak tabi.
Fatoş, lütfen kimse alınmasın, en çok anneme tutkun ve düşkündü. Hep bizim evde kalmak isterdi. Bizim evi kendi eviymişcesine severdi. Diğer çocukları o zamanlar artık evli barklı oldukları için, tüm acılarını annemle yaşayıp paylaşmak durumunda kaldığından annemden ayrılmak istemediğini düşünürdüm.
Haklıydım.
Fatoş’ un kocası, yani dedem öldüğünde, Fatoş ve annem bir başlarına kalmışlar. Kimseye yük olmak istememişler; ama yük olmak durumunda kalmışlar. Zaten Fatoş’ un küçük yaştan beri yaşadığı tüm kayıplar, ki anlatsam roman olur, hep hayatının bir parçası olmuş.
Zamanında Yugoslavya’ dan Türkiye’ ye, emanet edildikleri eşekli bir amcanın yanında erkek kardeşiyle göçerken, onu dağlarda kaybetmesi var ya hele... inanılmaz iz bırakmış hayatında.
Öyle bir izki bu, erkek çocuk onun hayatı, herşeyi oldu tüm ömrü boyunca.
Öldüğünü sandığı erkek kardeşine kavuştu kavuşmasına 40 yıl sonra ama, hem de ne biçim bir tesadüfle, yine de o çocukluk travmasını atlatamadı Fatoş asla.
Belki de o yüzden “yeni dünyaya” göçüş ve bu modern dünya kendince kayıplarının tek nedeni ve hatta biraz çatık kaşlı olması da kayıpların teselli ikramiyesi.
“Amaaan!” derdi hom hom homurdanarak.
“Sizin bu moderen dünya şeysi, mazallah hepimizi yutuverir!”.
Haklıydı Fatoş aslında.
Yuttu bizi bu samimiyetsiz dünya.
Her neyse, Fatoş bizimleydi ya... ya da bir zamanlar bizimle olmuştu... hatta bence hala bizimle aslında ve buydu tek önemli olan da.
Zaten Fatoş kolay kolay yenik düşmezdi, çatır çatır savaşırdı evel Allah sonuna kadar, bu boş hayatla.
Dört ya da beş yaşındayım
Küçücük mutfağımızdaki kahvaltı soframızdayım.
Fatoş tabi, her zamanki gibi çok ciddi, karamsar değil ama somurtganvari, hiçbir şeyden yeterince mükemmel olmadığı sürece memnun olamayan ifadesiyle tam karşımda.
Çok hoş bir ışık var mutfağımızda.
Oturduğu tabure balkona bakan tarafta. O tarafta olduğu için de, çok güzel bir gün ışığı vuruyor Fatoş’ un suratına.
Her sabah aynı manzara. İstisnasız.
Hatırladığım, balkon kapısından içeri süzülen güneş ışığının gözlerimi kamaştırması ve bunun hoşuma gitmesi. Etrafı buğulu gösteriyordu o ışık. Fatoş’ un gözleri gibi.
Çayıma batırdığım tereyağlı ekmeğin, çayda bıraktığı yuvarlacık bulanıklıklar gibi buğuluydu sabah kahvaltılarımız da. Şekerliydi kahvaltıların tadı damağımda.
Fatoşumun o çatık ve uzun kaşlarına inat tatlı sesini, zar zor hatırlıyorum şu anda; ama hatırlıyorum her nasılsa! Oysa insanların seslerini hatırlamak kolay iş değildir suratları gibi. Ama Fatoşun sesi hep kulağımda, burada yani, yanımda işte.
“Yaprak, kızım yemek yerken şarkı söylenmez öyle, günahtır.”
“Çayla oynama evladım, yazık!”
“Hayır hepsini yiyeceksin. Bak yemezsen tabağında lokma kalır sonra arkandan köpek kovalar!” diyen sesi iste.
Fatoş’ un sesi...
Ne garip diye düşünürdüm.
Neredeyse her şey ya günah, ya yazık ya da ayıptı. Fatoş’ a göre iyi kızlar kahkaha atmazdı mesela. Öyle kahkahalarla gülerlerse “hafif” olurlardı.
Kızlar öyle ortada dans mans da etmezdi. Ederlerse de, kesin hemen köçek olurlardı.
Ha bir de,
Öyle yerli yersiz çok gülersen eğer “Sıratı mı geçtin de bu kadar gülüyorsun?” olurdu.
Amaaa, bir erkek farklıydı.
Erkekler daha özgürdü onun dünyasında.
Sözüm ona!
Çünkü her nasılsa hayatındaki bütün erkeklere de kafa tutmayı bilmişti Fatoş. Korkmamıştı, sinmemişti, susmamıştı asla. Tutarsız bir kadındı anlayacağınız aslında.
“Her şeyin bir sınırı var Yaprak!” derdi kızınca bir hışım.
Sınırlar vardı çünkü Yaprak kız çocuğuydu.
Evet, ben de zaten anlamıştım.
Her şey sınırlıydı.
Hayat sınırlıydı.
Zaman kısıtlıydı.
Ben de anlayacaktım eninde sonunda.
Arkası yarına...*
BU LOGOYU TIKLA HiKAYEYi DiNLE
*Bu hikaye bir Radyo Ben hikayesidir ve her hakkı Yonca Tokbaş’ a aittir. Yazardan izinsiz kullanılırsa... yazarın kalbi kırılır. Ayrıca, Radyo Ben logosunun yaratıcısı da İdil Gürkan’ dır, çok teşekkür ediyorum ona
Paylaş