Nerede okuduklarını, ne iş yaptıklarını sorarlar; çünkü en büyük servetimiz çocuklarımız.
...
Babam yıllarca böyle cümleler kurdu bize.
“Evladım benim malda, mülkte, parada pulda gözüm yok! Çok şükür Allah’ a, bir kızım bir de oğlum var. En büyük servetim sizlersiniz. Herşeyimizi sizlerin eğitimine yatırdık. Asla pişmanlık duymadık! Yarın öbür gün aynısını siz de yapınca, anlarsınız. Sizin mutluluğunuzu görmek, tek kazancımızdır.” dedi durdu.
“Aferin!” derken korkmayacağım da, “İçime sinmedi!” derken mi korkacağım?
İktidarı beğendiğim zaman cesur, beğenmediğim zaman korkak mı davranacağım?
Neden korkacağım?
Allah mı karşımdaki?
Muş… evet.
Hayatını nerede yaşadığın değil, kimlerle nasıl yaşadığın belirliyor, daha anlamlı kılıyor...
Muş… evet.
Bunu son bir kaç yıldır öyle derinden hissediyorum ki...
Ben bu sefer hakikaten sevindim.
Çünkü herşeye rağmen susmayan,
Görüşünü hiç çekinmeden takır takır bildiren ve bunu; seviyeli, saygılı, terbiye ve adabıyla yapabilen insanlar olduğunu görmek nasıl içimi açtı, nasıl umut doldum, nasıl ferahladım anlatamam size!
Yine de temkinle...
Pardon da, sizi nasıl güldüreyim söyler misiniz?
İnsanın önce kendisinin gülecek halinin olması lazım ki, başkasını güldürsün.
Malum ben ne Receb’ im (İvedik olan hani), ne de Dilber Hala!
Hala tanımadıysanız, tanıştırayım...
Tekir gibiyim;
Tenimde beyazlar, saçımda sarılar, sağımda solumda ara ara kumrallıklar gizli.
Ruhum çizgili...
Bazen kaplan, bazen aslan gibi.
İyi düşün.
Olur bal gibi, sakın olmaz deme.
İnan kendine.
Güven kendine.
Tek başına,
Kızım sahnede ayakta durdu, minicik suratı ve ürkek ama gülümseyen bakışlarıyla...
Utangaç bir edayla selamlayıp bizleri, başladı kemanını çalmaya.
Bir çocuk şarkısı “Mary had a little lamb” (Meri’ nin küçük bir kuzusu vardı) şarkısını çaldı büyük bir çabayla.