Paylaş
Birden.
Her şey 24 şehit vermemizle başladı ve ardından Van’ın sallanmasıyla büyüdü yürüdü gitti.
Çok uzun zamandır, çok hasret olduğum bir duygu ve manzara vardı her yerde.
Sadece ülkede değil, dünyanın dört bir yanındaki Türkler’de de aynı duygu ve manzara vardı. Herkes o sonradan edinme etiket ve kimlikleri bir kenara bırakıp, bir süreliğine her türlü yapıştırmadan sıyrılıp güzel insanlar olmanın ortak noktasında buluştu.
İnsandık hepimiz ve canımız acıyordu.
Yunus’la enkaz altında kaldık. Tam kurtulduk derken, hep beraber gidiverdik.
Derken...
Azra bebekle yeniden doğduk hepimiz.
Anneciğinin Azra’yı enkaz altında emzirmesi, sütü bitince delirecek gibi olmasına rağmen akıl edip tükürüğüyle bir kuş gibi yavrusunu beslemesi koca dünyaya umut verdi.
UNESCO Genel Direktörü Irina Bokova, Paris’teki konferans açılışında, “Daha önce adını hiç duymadığımız Erciş denilen bir yerde, Azra bebeğin enkazdan sağ çıkması hepimize umut verip, dünyanın neresinde olursak olalım insan olduğumuzu hatırlatıp insanlığımızı birbirine bağladı. Oradaki dayanışma hepimize örnek olmalı!” dedi.
Dayanışma evet! Örnek dayanışma! Dayandık birbirimize çok uzun zaman sonra ilk defa.
Kaprisler, küslükler, hasetler bir kenara bırakılıp ayrımcılık yapanlara karşı tek tokat olduk hatta. Uzunca zamandır ilk defa beraber olmanın tadına vardık, önyargısızca. Herkes kendi “iyi olma, beraber olma, tek amaca kilitlenme” kararını kendiliğinden aldı hem.
Kendiliğinden, içinden geldiği gibi. Kimse kimseye dayatmalarda bulunmadan ortalık kendiliğinden can-ı gönülden bir şeyler yapma, yardım etme amacıyla ışıl ışıl parladı.
Paslanmıştık, pasımız gitti sanki.
En küçüğünden en büyüğüne, herkes elini taşın altına sokmak istedi. Çabaladı.
Hatta elini o taşın altına soktu da. İyiliğe umursamaz kalmadığı gibi, yanlışa ve kötülüğe de anında cevap vermesini bildi.
Hem içinde olup hem burun kıvırdığımız sanal alemde, hiç tanımadığımız insanlarla tanıdık olduk.
Rihanna sanki teyzemin kızıydı, Paulo Coelho sanki amcamdı. O kadar yakındık dünyayla.
Birbirimize pas verdik, ellerimizden tuttuk, göçük altındaki mesajın sesi olduk, ilettik, taaa dünyanın bir ucundan, enkaz altından kurtarılan birilerinin sanki elini tuttuk.
O kadar hasret kalmışım ki bu duygulara...
İnsanlarımızın birbirinin elinden tutmasına, kavgayı, gürültüyü, bir kenara bırakıp insanlığa kilitlenmesine öyle hasret kalmışım ki ben mesela, ruhuma iyi geldi.
Onca felaketin içinde şükrettim biliyor musunuz. Bir süredir uykuya dalmış duygularımızın hâlâ var olduğuna, o duyguların pıt diye uyanıvermesine, canhıraş atağa kalkmasına şükrettim.
Ama keşke keşke keşke, tam da bu duyguların tavan yaptığı bu zamanda, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenleri iptal edilmeseydi.
Kimse, zaten hiç kimse, kalkıp bunu bir “Haydi eller havaya” ortamına dönüştürme niyetinde değildi ki zaten. Herkesin ortak olarak sessizce içinden aldığı karar; birlikte, sade bir şekilde Cumhuriyetini kutlayabilmekti.
Şehitlerimiz peki?
Tam da onlar için mesela, bugün ve her gün, Cumhuriyet’i kutlamamız gerek değil mi?
Tam buna içerlerken ben, densiz birileri sanal alemde aldı bu iptali, “E madem Cumhuriyet Bayramı iptal ediliyor, o zaman Kurban Bayramı da iptal edilsin” noktasına taşıdı. Çünkü elmalarla armutları birbirine dünden karıştırmaya razı birilerinin eline-diline malzeme verilmiş oldu manasızca.
Malzeme oldu işte yani, bilmem anlatabiliyor muyum?
Ne gerek vardı buna?
Ben, 29 Ekim kutlamalarının iptaline çok içerledim. Kızdım. Kırıldım. Ama insanların yine o aynı ortak ve insani hislerle kendiliklerinden sokaklara çıkıp Cumhuriyetimizi kutlamaları...
İçlerinden geleni yapmaları...
Pek güzel bir duruş oldu.
İyi geldi. Oldu.
Yonca “Cumhuriyet çocuğu”
Paylaş