Paylaş
“Yaşamak şakaya gelmez,
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından.”
Tam bu yüzden
Dikiyorum zeytinlerimi!
Geçtiğimiz cuma günü, bu muazzam şiiri harbi aşktan okuyan/dinleyen birilerini tanıdım.
Sayelerinde;
Türkiye’de 92 çeşit zeytin olduğunu, 1650 yaşında bir zeytin ağacımızın Kırkağaç’ta yaşadığını, üzerinde 4 çeşit zeytin taşıdığını, yaşı 1650 olsa da hâlâ doğurgan ve aslen 25-30 yaşında olduğunu ve kendini sürekli yeniden yenilediğini öğrendim.
Yıllardır bana kimse demese de, bu canım ulu ve kutsal ağaca baktığımda, ona kıyanları, canını incitenleri gördüğümde tamamen içgüdüsel ve can havliyle “yapmayın, zeytin ağacı ihaneti asla affetmez! O bir kadındır” derken, haklı olduğumu öğrendim.
Dahası çiçek açtığı günden meyvesini verdiği güne tam 9 ay 10 gün geçtiğini öğrenince dayanamadım ağladım!
Bir zamanlar, zeytin ağacı kesmenin cezasının idam olduğunu, anavatanının Antep, Mardin olduğunu öğrendim.
Doğaya ters çalıştığını, geceleri oksijen verdiğini öğrendim.
Zeytin ağacı, zeytin ve zeytinyağı konusunda ne kadar kulaktan dolma bilgilerimiz olduğunu, ne kadar çok tahşişe -yani kandırmaca, haksız kazanç için hileye maruz kaldığımızı- öğrendim.
Mesela “zeytine hastalık geldi” diyerek delice ilaçlayanların nasıl bir hata yaptıklarını, yine içgüdüsel olarak “yahu zeytine hastalık
geldiğini ömrümde duymadım, yazıktır yapmayın” derken, yine haklı olduğumu öğrendim.
Natürel sızmadan şaşmamak gerektiğini,
Güneşte kalan pet şişelerde satılan zeytinyağının artık zeytinyağından başka bir şey olduğunu, sağlıksızlığını;
Üretim koşullarındaki temizliğin ne kadar önemli olduğunu, taş baskı, soğuk baskı kelimelerine takılmanın, aldanmanın ne
kadar boş şeyler olduğunu öğrendim.
Kusursuz bir zeytinyağı için gerçekten aşkla, sevgiyle bu ağaca yaklaşanların nasıl insanlar ve nasıl ürünler elde ettiklerine tanıklık ettim. Tatlarına doyamadım.
Her zeytin kusursuz meyve veriyor.
Onu kusurlu hale getiren yine insan.
Üretimi doğru, temiz olmuş bir zeytinyağı ASLA ağır kokmuyor. ASLA!
Zeytinyağı, mis gibi taze meyve kokuyor.
Mesela ayva, erik,
nar, mandalina kokuyor.
Bahçemdeki zeytinlerin memecik türü olduğunu; aldığım o tere tadının benim hayali ürünüm değil, gerçek olduğunu, delirmediğimi, gayet normal olduğumu öğrendim.
Bütün bunları bana öğreten, bana yıllardır zeytin ağacına olan aşkımı, sevgimi pekiştiren Zeytin Dostu Derneği’ne,
Tadım Uzmanı Birsen Pehlivan ve zeytin ağacını ancak bu kadar kocaman aşkla anlatabilirdi dediğim Hüseyin Bozkurt’a ve tüm Zeytin Dostu Derneği ailesine gönülden teşekkür ederim.
Baktıkça bana özgürlük, asalet, kudret ve mucizeleri hatırlatan; her koşulda hayatta kalıp meyve verebileceğimi söyleyen ulu zeytinlerle bir ömür geçirerek yaşlanayım dilerim.
Bana tüm öğrettiklerinizi tüm Türkiye öğrensin. Öğrensin ki, zeytin sevgisi ile içine barış, huzur, bilgelik ve güven serpilsin dilerim.
Yonca “zeytincik”
Rakı, balık, kadın ve İzmir
İzmir’de kadın olmak çok güzel. Dilerim Türkiye’nin her yerinde insan kendini İzmir’de hissettiği gibi ve kadar özgürce kadın hissetsin.
Balıkçı Hasan’da oturdum, hayatımın en güzel akşamlarından, rakı balıklarından birini geçirdim.
Salatalarının adı; Allah ne verdiyse. Hesap gelince fark ettim. Nasıl hoşuma gitti!
Ne güzel bir isim!
Salatayı da sildim süpürdüm afiyetle...
Ben Beylerbeyi Göbek Rakı’sını seviyorum. Hem de çok. Adından, tadından, içiminden.
Çevremde genelde Yeni Rakı Yeni Seri içiliyordu.
Ardından Ala, ardından Yeşil Efe.
Kim ne seviyorsa, nasıl seviyorsa öyle olsun.
Ama Sevgili İzmir,
Buzlu badem gibisin.
Yemeğe doyamadığım, soğuğunun üşütmediği, kabuğundan çabucak sıyrıldığın, yedikçe iyi hissettiğin...
Yonca “badem-cik”
Paylaş