Paylaş
Pişman, şaşkın, sevgili, sevgisiz, saygılı, anlayışlı, anlayamayışlıyım.
Yazabilecek gücü bulabildiğim bu kadarcık sıfat ve kalbimin yetemediği, yazamadığım daha niceleri içine düşüverdim. Aslında bu hal geliyorum dediydi de ben kulak ardı ettimdi. Çünkü insan en önce kendini kulak ardı eder ya hani.
“Benim haddim ve sıram değil” diye kendimi tutmaya çalıştıkça, tıpkı arabayla o çukura düşmemek için uğraşır gibi, çukurun gözünün içine düşüverdim.
Hicran, ne güzel bir kelime. Halim o işte.
Geçenlerde bir gün, masanın başında taş gibi kalakalmışım. Donmuşum.
Konuşamamışım, duyamamışım -ki kulaklarım çok acıyor uzun zamandır, telefona tahammül edemiyorum- kitlenmişim.
Hatırlamıyorum o günü, olanları! Bazı şeyleri unutup duruyorum, bir dolu başka şeyi hatırlıyorum.
En son hatırladığım, içimden geçen cümlelerin canımı acıttığıydı.
İşlemediğim suçlarım, yapmadığım ayıplarım, etmediğim hatalarım için de özür dilerken yakaladım kendimi. Fark ettim ki, çocuklarım da benden ötürü, benden görüp haksız yere özür diliyorlar gereksiz gerekli. Tam haklarını arayacaklar, bir adım geri gidiyorlar, başkasının haksızlığının onların canını yakmasına izin veriyorlar, benim gibi.
Ah be ayna! Ayna söyle bana, var mı bundan başka küt diye çarpan örnek yüzleşmek için? Elleri kırmamayayım derken kırdığım canlarım var benim.
Can kırıklarım demiş ya Şebnem Ferah hani!
Öyle bir düştüm o an, kayboldum ki...
Bu kadar uluorta, apaçık, özgürce güçsüz olabilme hak ve zamanımı kullanmayı göze aldığım ve farkında olarak istediğim ve yaşadığım için de, çevremdeki herkes hem şaşkın hem endişeli, hem anlıyor hem bocalıyor. Bende deprem oldu. Yıkıldım.
Enkazım. Kendi parçalarımı kaybettim.
Dağılmışım her yere.
Kendimden bir ben daha, yine ve yeniden, doğuruverdim can havliyle, her parçayı öpe koklaya, döve seve topluyorum.
Kaplumbağa gibi. Nefes hızımda. Bir katıla katıla ağlıyorum, azıcık gülümsüyorum. İçimden geçenleri elimden geldiğince şefkatle anlatabilmek için çabalıyorum.
Bazı parçalarımı hiç bulamıyorum. Belli ki tamamen kaybettim.
Eminim kayboldukları yerde kalmak istediklerinden.
Hani mutlular ki dönen yok seferinden. Eminim, tıpkı dalı kırılıp düşen ağacın, o düştüğü yerde -canı isterse- filizleneceği gibi, yeşereceklerinden, ısrar etmiyorum.
Glenn Close dediydi; “Immaturity”, John Malkovich sayıkladıydı “It’s beyond my control”. Ben de, teslim oldum. Kabul ettim.
Annem sürekli “Sen güçlüsün, çok güçlüsün Yoncacım, ayağa kalk” diyor. Ben de ona dedim ki, “Sen benim kadar özgürce ve tüm gücünle güçsüz olabilmenin gücünü bilir misin anne? Sıkıysa benim kadar kırılgan ve güçsüz ol. Sen de benim kadar cesaretle uluorta yıkıl, yapabilir misin anne? Ben şu anda tüm gücümle güçsüzlüğümü yaşıyorum anne!
Hür doğdum, hür yaşarım!
Kime neee kime ne?”
Birden sustu. Anladım ki, annem beni o an anladı.
Yaşayarak iyileşmek istiyorum. Hep mutluluğun sırrı anlatılıyor. Kimseye rahat rahat üzülme hakkı nasıl kullanılır anlatılmıyor, hak tanınmıyor.
Doktorlar baktı bana, sordular, “Neyin var Yonca?”
“Hasta değilim.
Kimsenin endişeleneceğini düşünmeden ağlamak için izin istiyorum. Kalbim kırık. Üzgünüm. Bunlarım var” dedim.
Bir ağaç var bahçemizde.
Yandaki ağaçla birbirine bağlayıp iki sırıkla destek yaptım. Sürekli boynu sola eğiliyor, ben dikelsin diye uğraşıyordum. Oysa hayatım boyunca hiç sevmedim boynumdan gitmek istemediğim yere çekilmeyi.
Hiç sevmedim istemediğim yönde büyümeyi.
Aslında yapmak istediğim büyüme yönüne karışmak değildi. Ne haddime!
“Eğer sürekli o tarafa ağırlık verir eğilirsen, belinden kırılıp düşmenden korkuyorum. Kendimce seni destekle ayakta tutmaya çalışıyorum.
Yoksa asla gitmek istediğin yer ve yönden alıkoymaya çalışmıyorum” demek istedim ama bir türlü içimden geçeni olduğu gibi anlatamadım, anlamsız acelelerden tabii!
Kalktım yattığım yerden. Hadi bir kuvvet Yoncacım.
Adımlarım çok seyrek, her adımda nefes nefeseyim. Yazamıyorum. Konuşamıyorum. Telefon aletini elime alamıyorum...
Ağacın yanına gittim.
Bağları kestim. Sırıkları kaldırdım. Gövdesi nasıl sıkılmış o iplerden, izi kalmış.
Öptüm izlerinden.
Bir ağaç kendi ağırlığını taşıyamaz mı hiç?
İlahi şapşik Yonca!
Bir ağaçtan daha iyi ne bilebilir ne yöne büyüyeceğini ve nedenlerini, kendi ağırlığını nasıl kaldıracağını ondan daha iyi kim bilir yahu?
Korkma Yonca, GÜVEN. Bırak gövdesini.
İki elimle, kalan gücümle sımsıkı kavradığım gövdesini elimle yavaş yavaş azat ettim.
Birden, iyice eğildi sola.
Kalbim duracak gibi oldu, kırılacak belinden eyvah!
Eğildi eğildi eğildi...
Ve durdu. Rüzgarla birlikte kalp atışı gibi gel git yapmaya başladı. Bir aşağı bir yukarı. Beşik gibi sallandı nazlı nazlı.
Güneşin doğduğu tarafa doğru eğilir dururmuş meğer.
O açıdan bakınca fark ettim. Kırılmadı belinden.
Sadece dik değil, eğik duruyor kendiliğinden.
Mutlu. Özgür. Yamuk. Eğik. Güzel. Özgüven.
Çok şey üst üste geldi birden.
Kızıma üzüldüm. Kendime üzüldüm. Kocama üzüldüm. Oğluma üzüldüm.
Herkes üzüldü diye üzüldüm. Herkese üzüldüm. Tolga ve Esra’ya, Gülsüm teyzeme, halama, tüm sevdiklerime ayrı ayrı tek tek üzüldüm.
Babama üzüldüm.
İkinci kez kaybettim ben, çok üzüldüm.
Arkadaşlarımın üzülmesine üzüldüm.
Görüp de dile getiremediğim, dile getirerek gösterebildiğim tüm duygulara büründüm.
Herkesin hissedip belki benim kadar dışa vuramadığı tüm acıtan duyguları mıknatıs gibi çektim içime.
Hepimiz adına yaşıyorum ve hepimiz adına rahatlıyorum aslında.
Hani toprak alır ya her şeyi ya da denize atarsın veya ateşte yakarsın belki.
Ben sanki o elementler oldum, toplayıp dağlara taşlara atıyorum.
Zamanı olmadığından özgürce üzülemediği için hasta düşenler adına yaşıyorum ne varsa.
Korkmayın lütfen.
Üzülebildiğim için bunca umudum var.
Canımın yanması kötü değil. İyi veya kötü denecek bir şey değil.
Üzüntüm hafifleyince, canımın acısı ne zaman iyileşirse o zaman kalkarım ayağa.
Acele demeyin bana.
Endişe etmeden, şefkat, anlayış, sevgi gösterin canı acıyana. Kızmayın.
Bir insan sırf herkes mutlu olsun diye mutsuzluğunu yaşayamazsa, esas haksızlık ve yaşayamamışlık o zaman olur ya!
Benim bu darmaduman ve upuzun duygularımın bu sayfaya sığmayan hali yüzünden tüm Kelebek ailesi çok çekti.
Hepsi bana hep anlayış gösterdi. Beceriksiz yazarlığım, bak yine kısa kesemedim.
Ben ne kimseyi zora sokmak ne de bir köşeye sığmaya çalışmak istiyorum, bunu fark ettim.
Olan bitenlerden bağımsız, bütün etiket ve sıfatlardan ve verilmiş güçlerden, konumlardan, makamlardan öte ve özgür olmak istediğimden,
Kalp gibi ine çıka, dura kalka, zıplaya hoplaya kükreye zırlaya, korkudan sıçrayıp sevinçten çıldıra çıldıra atarak yaşamak, yazmak; nefes ve kalp tek bir çizgi oluncaya dek,
O zamana dek sadece Yonca olarak...
Hürriyet’imin bana verdiği güç ve cesaretle, bana açtığı tüm kapılara, yarattığı imkanlara sonsuz saygım ve teşekkürümle...
Kendimden sorumlu olmak, olacaksa zararım bir kendime, olacaksa faydam bütünün hayrına olsun niyetimle...
Bundan böyle sadece kendi istediğim zaman ve yerde -kurduğum web sitem veya belki sadece Instagram’da yazmak veya içimden susmak gelirse sorumsuzluk ediyorum diye kendimi dövmeden susmak için ve üzere,
Bana bu kadar muazzam ev sahipliği yapan; anavatan, toprak, hava, su, ateş ve imkan, kapı, çatı olan Hürriyet aileme gönlümün en içten sevgi, saygı, hürmet ve minnetiyle, yuvadan uçmaya hazır bir yavru kuş gibi izin istiyorum...
Huzurlarınızda...
Kanatlarımı açıp büyümeme izin veren, destekleyen, cesaret veren, yüreklendiren ve bana HÜR olmayı yaşatan bu aile, Kelebek ve tüm gizli kahramanlarım, benim de kozamdan çıkma zamanımdır.
Çiçekleri dolaşa dolaşa, zamanın göreceliliği kavramını -2 haftayı 200 yıl gibi- yaşama zamanımdır.
Nice tırtıllara Kelebek olmak için, hak tanıma zamanıdır.
O hak bana tanındı, ben kıymetini bildim.
Başkası da bilsin yaşasın isterim.
Hürriyet’ten çok şey öğrendim, kazandım.
Alnımın akıyla, bu çocuğu yeniden büyütmeliyim ve tek başına sadece Yonca olarak da ayaklarının üzerinde durabileceğini, sadece Yonca olarak yazabileceğini de yaşayarak deneyimlemeliyim.
Hele bir yola çıkayım... Kendi rızamla, hiçbir etki altında kalmadan...
Ben Yonca, sadece Yonca.
Çok teşekkür ederim.
Yonca
“Güvercin”
Paylaş