Paylaş
Tam bu kelimenin içine düştüğüm, uzundur da kalkamadığım bir yerdeyim.
Tam kalkacağım, hooop bir tane daha çelme takıyor bana. “Ama aşk olsun bi dur!” diyorum, duymuyor. Sesim kısık kalıyor galiba.
Hayalperest insan olduğunda, herkes sanıyor ki, gerçeklerle hayalleri karıştırabilirsin.
Oysa, kendi adıma konuşuyorum pek tabii, hayalperest bir insanım ama; asla gerçeklerle hayalleri karıştırmadım.
Ayaklarımı yerden kesecek hayaller kurmakta üstüme yok, doğru.
Ve ben, bir o kadar da ayakları yere sağlam basan, neyse ne onu çırılçıplak gerçekliğiyle gören bir insanım.
Ve bazen gördüğüm gerçek çok incitici.
Kendime söz vermiştim bir zaman önce, birkaç kere kendimi iyi hissetmediğimde, olayın sonunu umuda bağlayamadığım yazı yazınca, o yazı beni daha da umutsuz bir yerlere taşımıştı.
Yumurta mı tavuk mu, tavuk mu yumurta mı diye çok düşündüm. Cevabı kestiremedim ama şu bir gerçekti; ben yazıların kaderine, kısmetine, büyüsüne, gücüne inanan bir yazar olarak, sonunu umuda, baldan tatlı bir diyara bağlayamadığım zaman, yazı yazmayacaktım.
O yüzden, ne zaman ki içimde bir şey acayip kırılıyor, ucunu tam göremediğim, cevaplarını arayıp bulma çabasını sarf ettiğim bir şey beni çarpıyor ve tam da o yolda ilerlerken bazen ışıklar çok loş ve ben etrafımı tam seçememekteyim, hemen bir mola alasım geliyor. Bazen 24 saatliğine, bazen iki-üç günlüğüne.
Bende hayal kırıklığı yaratan şeylerin kalbimdeki etkisini bildiğimden, dur kızım diyorum. Dur soluklan. Bi şeycik olmaz.
Yazmak da istemiyorum. Gel gör ki yazmadan da duramıyorum.
Ayaklarımın altından zemin kayıyor. Yazdıkça sarsıntı dinginleşiyor.
Bildiğim şey, her şeyin çaresi olduğu. Ve bunu bilmek beni rahatlatıyor. Her şerde bir hayır da var, o da doğru.
Ve bir de düşünce kalkma ustası sayılırım. Veya engellerle dolu yolları aşmakta da güçlüyüm. Kimselere bakıp aceleye gelmem, gazla dolmam.
Bazen bir şeyler istediğin gibi olmuyor. Sabretmek, yola devam etmek, kalbini açık tutmak, dostlara yaslanmak, sana güç veren, cesaret veren, kalbini bozmayan, sana düştüğünde vurmayan tam tersine başını okşayan birilerine sarılman gerek.
Çünkü zaten bu saydıkların seni incitmeden sararken, bir yandan da tüm dürüstlükleriyle sana, kendi çözümünü bulacak zamanı da tanıyorlar.
Bir sonraki cümleye geçmeden uzun ve derin bir nefes alayım şimdi...
(Burnumdan alıyorum, ağzımdan veriyoruuuum.)
Bu yazıların basıldığı günden önce yazılması da bir garip duygu.
Cumartesi öğleden sonra yazıyorum, (içimi döküyorum demek daha doğru olur), pazartesi köşemde olduğunda kim bilir ne çok şeyi çözmüş olacağım.
Öyledir ya, hani karnın ağrıyor diye doktora gidersin, ağrı geçer. Benim de öyle olur hep. Başladım mı yazmaya ne hissediyorsam olduğu gibi, birden sanırsın yanı başımda yaseminler açmış her yer mis kokuyor.
Zaten bazı sınavlarda da sorular hep bilmediğin yerden gelir, cevaplar da en beklenmedik yerden... Ve iyi ki de böyledir.
O bilemediğin soru sayesinde beklenmedik cevabı öğrenirsin. Hem de ne öğrenmek ama! Asla da unutmazsın.
Hiç kimse, hiçbirimiz tabii ki can kırıklarımızı ortaya dökemiyoruz özgürce. Kendi mahremiyetinin bittiği yerde başkasınınki başlıyor.
Gerçekten keyfimizin tavan olduğu halimizle var olmak istiyoruz her yerde. Ya da tavan olsun diye uğraşıyoruz belki de.
Ama kalkıp sanki o insanın hayatının hiçbir saniyesinde tek bir sıkıntı yokmuşçasına yaşadığını düşünmek, işte o harbi çok uçuk bir hayalperestlik.
Tıpkı, aynı insanın canının en yanık halini uluorta bir mecrada yaşamasını da beklemek gibi.
Nitekim, gerçekten de hiçbir dert göründüğü kadar büyük ve ağır değil. Veya hiçbir lay lay hayat da sandığımız kadar lay lay değil...
Geçti gitti mi bir hatırası kalıyor. Onu da istersen unutuyorsun, istersen yaşatıyorsun. Hani çocukken düşünce, “uff oldu” derdik, biri de “dur üfleyeyim geçer şimdi” derdi ve gerçekten bi üff derdik geçerdi ya...
Onun gibi.
Uff oldum.
Bi üflük zaman istiyorum ben de bana.
Üffff...
Geçti bitti.
Kalk ayağa...
Yonca
“lavaç”
Paylaş