Paylaş
Endonezya dilinde yani.
Bunu da Ayşegül Dinçkök sayesinde öğrendim.
Derin Tutku Air Ayşegül Dinçkök’ün Endonezya’nın Batı Papua bölgesindeki Raja Ampat ve Güney Sulawesi’de çekmiş olduğu sualtı fotoğraflarından oluşan ikinci sergisi. Ben sosyal medyadan takip edebildim sergiyi. Eğer İstanbul’da olsaydım kaçırmazdım.
“Mercan Üçgeni” denilen o eşsiz sualtı dünyasını fotoğraflamış Ayşegül Dinçkök bu defa. Amacı da tüm insanları bakmaya değil görmeye ve farkında olmaya davet etmek. Doğa muhteşem ve bir o kadar da kırılgan aslında. Küresel ısınma, insan kullanımı ve avcılık baskısı yüzünden deniz canlılarının kitlesel olarak yok olmaya mahkûm edildiğini biliyoruz bilmesine de, bilip geçiyoruz maalesef.
Ayşegül Dinçkök’ün doğa konusunda ne kadar hassas olduğunu, bu yaz Bodrum’un çöplerine kafayı takıp da herkesi bizim oraları temizliğe davet ettiğimde uçarak gelmesiyle anladım.
O da hassasiyetini ve tutkusunu, kalıcı ve yapıcı bir şeylerle farkındalığa çevirmeye çabalayanlardan. Dünya denizlerinin her geçen gün nasıl tahrip edildiğinin altını çiziyor sürekli.
Sualtı fotoğraflarından oluşan kitabının satışından elde edilen geliri Akdeniz Koruma Derneği’nin “Denizin Koruculuğu” projesine aktardı. Şimdi de o fotoğraflar TAÇ Derin Tutku Nevresim koleksiyonu oldu. Nevresimlerden elde edilen gelirle yine Akdeniz Koruma Derneği’ne katkı sağlanacak.
Sergide beni etkileyen bir şey daha vardı; Küçük Ressam Ali.
Ali otistik.
Ayşegül’ün çektiği fotoğraflardan resim çiziyormuş. Ali’nin çok sevdiği, ona çok iyi gelen bir çeşit tedavi gibiymiş o fotoğrafların resmini yapmak.
Sergide Küçük Ressam Ali’nin de panosu varmış. Bütün bunları sosyal medyadan gördüm.
O kadar hoşuma gitti ki bütün olay, kendim gidemesem de, yazmakta da geç kalmış gibi olsam da sizlerle paylaşmak istedim.
Güzel şeyleri paylaşmak için hiçbir zaman geç değildir hem...
Di mi?
Yonca
“saygıyla”
Yağmur altında çocuk
Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor.
Gri bir hava. Azıcık rüzgar da var.
Ama hava çok serin değil belli. Baba da, çocuk da şortlu, kısa kollu.
Yaz yağmuru.
Çocuk yağmurun sesinden donakalmış. İlk defa görüyor gibi yağmuru, zaten anca 1 yaşında filan olması lazım. Paytak yürüyor.
Babası çocuğuna “yağmur”u tanıtıyor.
Kucağında çocuğu koşarak, gülerek, çıplak ayak yağmurun altında koşturup geliyor. Çocuk da babası da kahkahalar atıyor.
Alkışlıyorlar.
Sen de gülümseyerek bakıyorsun olaya.
Sonra çocuk bir daha der gibi yapınca; “daha da mı yağmur?” diye soruyor babası, daha da!
Hoppaa yine koşa koşa yağmurun altına... Hopla, zıpla, ıslan...
Sonra çocuğu yere bırakıyor babası. Çocuk koşarak yağmurun altında oynamaya gidiyor. Yalınayak... Yine mutluluk sesleri...
İzlerken neler düşünmedim ki şu videoyu: https://youtu.be/4mPEHKdfPuU
Bizi düşündüm
Elimde değil evet, böyle şeyleri izleyince bizim ana-babalığımızla kıyaslıyorum.
Kaç baba böylesi büyük bir mutlulukla yağan yağmura koşar çocuğuyla?
Kaç anne arkalarından “Ya n’apıyorsun sen, çocuk hasta olacak” narası atmadan, onlara katılmayı düşünür acaba?
Ay bırak çocuğu.
Yağmur görünce kendini sevinçle çıplak ayak sokağa atıp eğlenen kaç kişi tanıyorsunuz?
“Of yine mi yağıyor yaaaa...” diyen kaç kişi var peki?
Kafam önüme düşüyor, gözlerime hüzün giriyor bunları düşününce.
Aynı şekilde bir başka video daha vardı geçenlerde 90 küsur yaşında bir nine, kartopunu neredeyse öpüp kokluyordu.
Yaşam sevgisi, hayat sevgisi, doğa sevgisi, mutluluğu sevmek böyle bir şey belki de.
Minicik 1 dakikalık video bizdeki bu bitmek bilmeyen üzüntülerin, mutsuzlukların kökenini vurdu sanki yüzüme.
Yonca
“yağmurlu bir gündü”
Paylaş