26 Ekim 2010
Geçen hafta bi takım bilimsel mevzuları gözüme kestirmiştim, araya başka laflar girdi, “memlekette güzel şeyler de oluyor azizim”i yazmak kısmet olmadı... Bugün toptan aradan çıkarayım bari.
*
İnek fiyatları ucuz olan yabancı ülkelerde çok yağmur yağdığını, çok yağmur yağdığı için bol ot yetiştiğini, bizde ise az yağmur yağdığını, az ot yetiştiğini, bu yüzden inek fiyatlarının arttığını belirten Tarım Bakanımız... Şimdi de, vatandaşın refah seviyesinin arttığını, refah seviyesi arttığı için bol et yediğini, bol et yediği için de inek fiyatlarının arttığını açıkladı.
*
Keneden korunmak için pantolon paçalarını çoraba sokmak gerektiğini belirten Sağlık Bakanımız... Şeker hastası olduğunu, eşinin emekli maaşı aldığını, üniversitede çocuk okuttuğunu, kendisine verilen bu maaşla, kendisine verilen beslenme listesini nasıl alacağını soran vatandaşa, “az ye” önerisinde bulundu.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2010
Daniel... Hani şu, trafik kazasında ölen karı-koca turistin talihsiz oğlu... Hemşire tarafından emzirilen ve İzlanda Fahri Konsolosu tarafından akrabalarına teslim edilen bebecik.
¡
Hiç merak ettiniz mi, niye fahri konsolos? Haritadaki yerini bilmediğimiz Afrika ülkelerinin bile Türkiye’de elçiliği falan varken, İzlanda’nınki niye elçi değil de, fahri?
¡
Sene taaa 1627...
¡
Korsanları kovalıyorum ayaklarıyla Danimarka kıyılarını talan eden Murat Reis, bakalım yukarda başka ne var diye, kutuplara yelken açmıştı ki, şak, karşısında yemyeşil bi ada... Altından girdi, üstünden çıktı, 26 gün boyunca hal hatır(!) sordu, ayrılırken de 400 civarında esir aldı, erkekleri köle olarak sattı, sarışın kızları ganimet aldı, hareme mareme hediye etti.
¡
İzlanda bizimle tanışmıştı!
¡
O kadar sevdiler ki bizi, orada sadece 26 gün kalmamıza ve aradan 383 sene geçmesine rağmen “Tyrkjaranid” diye bi kavram var hâlâ İzlanda’da... “İnsan çalan Türk” diye tercüme edebiliriz kabaca... Ve, bu travmatik hadiseden hemen sonra, kalbimizi kıran özel bi kanun çıkardılar... İzlanda topraklarında Türk öldürmek suç olmaktan çıkarıldı!
¡
Neyse ki, üç asır boyunca Türk kıstıramadılar, bu kanundan faydalanan İzlandalı olmadı. Baktılar ki, öldürmek için Türk denk getiremiyorlar, 1970’lerde filan kaldırdılar kanunu.
¡
Vay sen misin kaldıran, pasaportu kapan soluğu İzlanda’da aldı kardeşim... Selamünaleyküm.
¡
Adamlar kanunu kaldırdığına bin pişman olmuştu ama, iş işten geçmişti. Halbuki, bizimle görüşmemek için diplomatik temas bile kurmamışlardı, elçilik bile açmamışlardı. N’oluyor demeye kalmadan, İzlanda’nın her tarafı dönerci doldu. Onlar diplomatik temas kurmamıştı ama, biz yakın teması derhal kurmuştuk. Derhal evlenmeye, kız alıp, erkek vermeye başladık!
¡
Suratımızı görmek istemeyen İzlanda ile “dünür” olmuştuk. Çocuklar doğdu. Başta iyiydi. Kaçınılmaz tabii, korkulan oldu. Türk babalardan biri, kızlarını Türkiye’ye getirdi, türban giydirdi, anneleriyle görüşmelerini yasakladı, sonra da İzlandalı eşini boşadı.
¡
İzlanda mahkemesi, çocukların velayetini anneye vermişti aslında. Hikâye... Türkiye ile İzlanda arasında imzalanmış herhangi bir sözleşme olmadığı için, Türk hukuku, İzlanda hukukunu tanımadı. “Yürrü, anca gidersin” dedi. Anne uçağa binip geliyor, polis nezaretinde kapıya dayanıyor, baba alt tarafı 50 lira ceza ödeyip, çocukları göstermiyordu.
¡
İzlanda ayağa kalktı. Kampanyalar yapıldı, şarkılar bestelendi. Anne, Türkiye’de dava açmak için, insan hakları avukatı Hasip Kaplan’ı tuttu. O zamanlar milletvekili değildi, açılım da henüz yapılmamıştı, dolayısıyla birbirimize ırkçı-bölücü diye hakaret etmiyorduk. Dinci medya Hasip Kaplan’ın “Hıristiyan” olduğunu iddia etti, anne de “kahpe” ilan edildi!
¡
Takunyalı siyasetçiler devreye girdi, kolayca tatlıya bağlanabilecek mevzu, dallanıp budaklandı, “din kavgası”na dönüştürüldü. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitti. Türkiye mahkûm oldu. Gene hikâye... Anne, evlatlarını göremedi. Gel zaman git zaman, çocuklar 18’ini geçti. Dava düştü. Siyasetçiler elini çekti. Siyasetçiler defolup gidince, aile baş başa kaldı, tatlıya bağlandı. Anne, çocuklarıyla görüşüyor şu anda, torunları oldu.
¡
300 küsur sene sonra yaşanan bu yeni travma, İzlanda’yı, hiç olmazsa olan bitenden haberleri olsun diye, diplomatik temas kurmaya mecbur bıraktı. Elçi göndermediler, elçi kabul etmediler. İstanbul, Ankara ve İzmir’de fahri konsolosluk kurdular. İzmir’de minik Daniel’ı akrabalarına teslim eden Esat Kardıçalı, o yüzden fahri konsolos.
¡
İzmir’in en köklü, en saygın ailelerinden biridir Kardıçalılar... Esat beyin, İzlanda ile hiç alakası yok aslında, tek kuruş ticari ilişkisi yok, tanıdığı yok, hatta, fahri konsolos olana dek, İzlanda’yı görmemiş bile, ayak basmamış... 17 sene Kanada’da yaşadığı halde, yüzlerce kez uçakla İzlanda’nın üstünden geçtiği halde, bir kez olsun inip bakmamış.
¡
Gelip bulmuşlar onu... O da, medeni bir ülkenin konsolosluğunu onurla kabul etmiş... Neden kendisinin tercih edildiğini bilmiyor... Bana sorarsanız, hayatı boyunca İzlanda’ya gitmediği, hiç alakası olmadığı için tercih etmişlerdir... Gidenlerin ne yaptığı belli çünkü!
¡
Fahri konsolosluklar açılınca, genelde Ege kıyılarına, İzlandalı turistler gelmeye başladı tabii... E kaçınılmaz olarak, trafik, onları da öldürmeye başladık tabii.
¡
Bebiş Daniel böyle bir öykünün kurbanı... Hemşiremiz tarafından emzirildi. Türk lafını duyunca suratının rengi kaçan İzlanda milletiyle, bu sefer de “sütkardeş” olduk yani!
¡
Şimdiiii...
¡
İzlanda basınının, dünya çapındaki bu habere, hiç ilgi göstermemesini anlayabiliriz. Alman olsa, İngiliz olsa, yüzlerce gazeteci televizyoncu gelirdi, İzlanda’dan kimse gelmedi. Çünkü, sütkardeş mütkardeş istemiyor adamlar, mümkünse hatırlamak bile istemiyorlar bizi.
¡
Peki, bu tür konuların üstüne atlayıp, özel uçak filan gönderen, kendine mal eden hükümetimiz, Daniel meselesine niye girmedi hiç? Yandaş medya, niye görmezden geliyor?
¡
Galiba, iki sebebi var.
¡
Birincisi; Daniel’ı emziren hemşiremiz, özel hayatında başörtülü aslında... Kamusal alanda başını açıyor. Eylem koymaya kalkmıyor. Hatta, Star Haber’de canlı yayına davet ettik, evinden yapacaktık yayını, başörtüsüyle çıkacaktı, sonra vazgeçti, hastaneden çıkayım dedi, hay hay dedik, yayına bi çıktı ki, başı açık... İşini yapıyor çünkü o hemşiremiz, işiyle özel hayatını birbirine karıştırmıyor. Hazır gündeme gelmişken, fırsat bu fırsat deyip, türban şovu yapmak istemiyor. Bahsetmedi bile... İzlanda tarafından baş tacı edildi, şimdiden yılın annesi, ödüllendirilecek ama, şov yapmadığı için burada kuru bi teşekkür bile yok henüz.
¡
İkincisi; hani şu İzlandalı anne davasını anlatmıştım ya, Hasip Kaplan’ın avukat olduğu... Anneyle evlatları görüştürmeyen babanın avukatı kimdi biliyor musunuz? Başbakanımızın da avukatlığını yapan Hayati Yazıcı.... “Analar ağlamasın” hükümetinin, başbakan yardımcısı.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2010
Yıllar önce İzmir’de, 20’li yaşlarda, Yeni Asır’ın yazı işleri müdürüyüm... Bayramlarda gazeteler çıkmıyordu o zamanlar, gazeteciler cemiyetinin bayram gazetesi çıkıyordu. Adı gazete ama, tırışkadan; konserve haberlerle yapılır, hatta, arife gününden üç günlük basılırdı. Şeker bayramında işe yaramazdı, kurban bayramında fena değildi, et filan sarıyordu ahali! *
Vatandaşa faydası olmayan bayram gazetelerinin, gazetecilere faydası çoktu. Çünkü, cemiyetlerin kasasında eşşek yüküyle istiflenmiş para vardı. İki tane dandik haber attırıyordun, karşılığında, neredeyse bir aylık maaş alıyordun... Üstüne, matah iş yapmışsın gibi, avanta hediye sepeti veriyorlardı, içinde çikolata, viski falan.
*
Hangi seneydi unuttum, Asil Nadir batmıştı, sahibi olduğu Günaydın gazetesinin çalışanları aylardır maaş alamıyordu. Cemiyetteki bayram hazırlığı toplantısına Yeni Asır’ı temsilen gönderilmiştim. “Bu sene kimse çalışmasın, sadece maaş alamayan gazeteciler çalışsın, toplam ödenecek parayı onlar paylaşsın” dedim. Sanırsın, küfür ettim. Öyle bi hava oldu masada... Gerçi haksız değillerdi... Cemiyetin arazi kapatıp, kendilerine yazlık evler inşa ettiğini Yeni Asır’da manşet yaptığım için, pek severlerdi beni! Bayram önerim bardağı taşıran damla oldu, önerim reddedildi, cemiyet üyeliğinden atılmam oy birliğiyle kabul edildi.
*
:)
*
“Cumhurbaşkanı Gül başyazar oluyor” haberini okuduğumda aklıma geliverdi o günler...
*
Türkiye Gazeteciler Federasyonu, “Kurban Bayramı’nda çıkaracağımız gazeteye başyazar olur musunuz?” önerisinde bulunmuş... Meğer, beş ay önce de sarı basın kartı vermişler Cumhurbaşkanı’na iyi mi... “E şimdi gazeteci mi oldum ben?” demiş. “E tabii” demişler.
“E yazı yazmıyorum” demiş.
“E bayram gazetesinde başyazar olun” demişler. “E peki” demiş.
*
Cumhurun başı...
Oldu sana köşe başı.
*
Aynı dakikalarda, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün basın özgürlüğü listesi açıklandı. Türkiye, 178 ülke arasında 138’inci sırada... Lübnan, Ermenistan, Bhutan, Nikaragua bizden iyi durumda, Irak çok daha iyi durumda... Küçümser ifadeler kullandığımız Afrika ülkeleri, Namibya, Gana, Tanzanya, Kongo, Uganda, Burkina Faso üstümüzde... Fasa fisoyuz bi nevi.
*
Geçen ay da, merkezi Washington’da bulunan Freedom House açıklamıştı listeyi... Kiribati, Nauru, Tayvan, Benin, Samoa, Moğolistan, Surinam, Vanuatu’nun gazetecileri bizden özgür.
*
Elâlemin bize ağıt yaktığı dakikalarda ise İstanbul’da Babıâli Şenlikleri vardı... Bülent Arınç’ın açılışıyla başladı, kokteyle geçildi, Boğaz’da “Selamet” gemisiyle atılan turdan sonra, sabrın sonu selamet tabii, Ahırkapı Roman Orkestrası’yla göbek atılarak tamamlandı.
*
Allah’tan yolun başında cemiyetten kovmuşlar da, gazeteci olmaktan kıl payı kurtulmuşum yani...
Üzülürdü yoksa insan.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2010
İlk türbanlı anaokulu öğrencimizden sonra, ilk türbanlı bebeğimiz de doğdu sayın seyirciler... *
“Kuvözdeki bebeğe türban takılır mı kardeşim” diye itiraz eden doktor, HSYK kararıyla meslekten atıldı... Yargıtay Müftüsü, “Tabip odalarını HSYK’ya bağlamakla ne kadar isabetli bi karar verdiğimiz ortaya çıktı” dedi. Doktorun itiraz başvurusunu değerlendiren Danıştay Müezzini ise, çok konuşursa sadece meslekten değil, içeri de atılabileceğini açıkladı.
*
RTÜK, siyah-beyaz Türk filmlerindeki başı açık kadın görüntülerinin üstüne türban takılmasını istedi. Montajı mümkün olmayan hallerde, başı
açık kadınlar biplenecek.
*
Sarışın türban modasına, Kadından Sorumlu Bakan Abdülmüttalip Fesli el koydu. Arkeolojik bulgulara göre, Anadolu kadınının sarışın olmadığını belirterek, esmer türban’ın kültürümüze daha uygun olduğunu söyledi. Örgülü ve kıvırcık türbanların Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklandığını hatırlatan Fesli, kumral
türban’a hoşgörüyle yaklaşabileceklerini ifade etti.
*
Milli Eğitim Bakanı tarafından Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na atanan YÖK Başkanı, örgülü ve kıvırcık türban yasağını gazetecilerden öğrendi, henüz haberi olmadığını, ancak, bunun kendi kusuru olduğunu, hükümet söylediğine göre mutlaka doğru olduğunu açıkladı.
*
(YÖK Başkanı’ndan boşalan YÖK Başkanlığı’na, öğretim üyelerine TOKİ’den ev vaat eden ve bu projesiyle Nobel’e aday gösterilen rektör adayı getirildi. Elindeki kumanda aletiyle reklamlarda cızzt bızzt havuzlu apartmanlar çizen müteahhit de, TÜBİTAK Başkanı oldu.)
*
Kültür Bakanı şeyh Sümbül Efendi, Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin yerine yapılan Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nin açılış töreninde konuştu... Erkin Koray’a ait “Çöz beni arapsaçı”nın yasaklandığını; Ferhat Göçer’in ise “Cenneti değişmem saçının teline” şeklindeki müstehcen şarkısı nedeniyle, dinden çıktığı için vatandaşlıktan da çıkarıldığını müjdeledi.
*
AB’ye uyum çerçevesinde kanunlaşan, motosiklet sürücülerine kask takılması mecburiyeti, bu kanunu bizzat çıkaran Adalet Bakanlığı tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürüldü... Türban üzerine kask takılmasının, türban üzerine peruk takılmasından bi farkı olmadığını hatırlatan bakanlığımız, “Size uyduk, kanunu çıkardık ama, insan haklarına aykırı” dedi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, “Kafa sizin birader, ne haliniz varsa görün” cevabını verdi. Söz konusu kanun, kask üzerine türban takılması şeklinde değiştirildi.
*
Biz olana kadar çoktan Avrupa Birliği üyesi olan Etiyopya, eski vatandaşları Elvan Abeylegesse’ye türban taktırılması üzerine Türkiye’ye nota verdi. Yandaş medya, herhangi bir zorlama yapılmadığını, Elvan’ın kendi isteğiyle türban taktığını manşet yaparak, sordu: “Etiyopya kim oluyor! Aurelio da takıyor, Alanzinho da takıyor, Brezilya karışıyor mu?”
*
CHP’li kadın milletvekillerinin Meclis çatısı altındaki odalarında, yani kamusal alanda türbanlarını gizli gizli çıkarırken çekilmiş gizli kamera görüntüleri internete düştü... O sırada umrede bulunan CHP genel başkanı, Zemzem Towers’tan telefon ederek, istifalarını istedi.
*
Perşembenin gelişidir...
*
Ve, aslına bakarsanız, her makama doluşan türbancı erkeklerin kafasının içindeki zihniyete aldırmadan, türbanlı kadınların kafasının üstündeki beze takılan kafanın eseridir.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2010
Okurlar sipariş veriyor:<br><br>“Türban meselesini yaz.” *
Yazayım.
*
Bir İgnliiz üvinersitesinde ypalın arşaıtramya gröe, klemileirn hrflareinin hnagi srıdaa yzaldıklarıı ömneli dğeliimş asılnda... Öenmli oaln, briinci ve sonncuu herflarin yrenide olamsımyış... Çnküü, kleimleri hraf hraf dğeil, btüün oalark oykuormuşsz... Ardakai hraflrein sırsaı kıraşık da osla düüzgn ouknuyormuş.
*
İinglç di mi?
Bıakn nısal da düüzgn oukdnuuz.
*
Hem oukdnuuz.
Hem anladıınz.
*
Trüban bduur.
*
Tartıışlan mselee ne oulrsa olusn, bşınaa ve sounna “trüban” koyğduunda, aarda ypılaan yaınlşları görmeszin... Yaınlşları düüzgn gbii oukmyaa, düüzgn gbii anlmaaya bşlarsaın.
*
Üvinersite srouları çlaımnış, Amreikan şrketii Trküiye’de rşvüet dğaıtmış, domateisn tneasi iki lria oulmş, maedncleriin cseetlernii beş aıydr çıkaramoyrlarmıış, her dröt gnçteen brii isşiz gzeiyrmouş, pkklya pzarlaık yaplııyrmouş, meemlket bölüüynrmouş, Amreikaıllar bzie fzüe döşyormuuş, deinz feenri ne oulmş, yargyıı taammen bdaem byklııı ypmışlaar flian...
*
Hiç öenmi klmaaz.
*
Tartıışlan mseleenin bşınaa ve sounna “trüban” koyğduunda, aarda ypılaan yaınlşları görmezsin, sbaah klkaarsın trüban konşuuursn, aşkam yaatrsın trüban konşuuursn.
*
Kaafn alalk blulak oulr ama...
Akılnda bi tek trüban klaır!
*
Saadce kfaayı örtmez çnküü.
Her srounu öertr trüban.
*
Bilmiyorum anlatabildim mi.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2010
Almanya Cumhurbaşkanı geldi. *
Dindar bi ailenin çocuğuydu.
“Hıristiyan” adını koydular ona.
Babası zampara çıktı.
Henüz bebekken, anasını boşadı.
Annesi başkasıyla evlendi.
Üvey baba şerefsiz evladıydı.
16 yaşındayken, annesi öldü.
Üvey babası sokağa attı.
Öz babası da yanına almadı.
*
Büyüdü, hukuk okudu.
Okul arkadaşıyla evlendi.
Kızları oldu.
Örnek babaydı.
Siyasete atıldı.
Aşağı Saksonya Başbakanı oldu.
*
Başbakanken, Afrika’ya resmi ziyarete gitti, oradayken, kendisinden 15 yaş küçük Bettina’yla tanıştı. Üniversitede gazetecilik okumuştu ama, gazetecilik yapmıyor, bir lastik şirketinin basın danışmanlığını yapıyordu Bettina... O vesileyle katılmıştı Afrika gezisine.
*
Bi safari...
Bettina hamile kaldı!
*
Koyu dindar, “Hıristiyan” adını taşıyan, üstelik “Hıristiyan” Demokrat Parti’nin mensubu olan “muhafazakâr” Başbakan, evliyken, evlilik dışı ilişkiye girmişti yani...
Babasının yaptığını yaptı, kızının anası 18 yıllık eşini şak diye boşadı, hamile bıraktığı Bettina’yla evlendi.
*
Buyrun buradan yakın...
Evli Başbakan’dan hamile kalıp, Başbakan’ın yuvasını yıkan fingirdek Bettina’nın bi tane de oğlu olduğu ortaya çıktı iyi mi!
*
Hiç evlenmemişti halbuki... 18’ine gelince ailesinden ayrılmış, ayrı eve çıkmış, evlilik dışı çocuk doğurmuş, sonra, oğlunun babasından ayrılmıştı. Hareketli kızdı. Gece hayatını seviyordu. Arkadaşları, sarı saçları ve 1.80’lik boyuyla Brigitte Nielsen’e benzetiyordu.
*
Başbakan eşi olunca, röportaj verdi, “Hayatımı yönlendirmek için kimseyi bekleyemem, kimseye danışmam, kimseye bağımlı olmam” dedi... “Bende böyle şekerim, yerseniz” demek istedi.
*
Hep bakımlı. Ojesiz gezmiyor. Marka tutkunu. Ayakkabı hastası... Arkadaşlarına ayakkabı hediye etmesiyle tanınıyor. Gamsız... Kameraların önünde dudak dudağa öpüşmekten çekinmiyor. Kahkahaları meşhur. Klasik müzikten daralıyor, Madonna, Elton John konserlerini kaçırmıyor, U2 hayranı... Eskiden, gece kulüplerinde dans gösterilerine bile katılmış.
*
İki dövmesi var. Biri sağ kolunda, anahtar deliği etrafında alevler figürü...
Öbürünün yeri bilinmiyor!
Kimi sırtında diyor, kimi kalçasında.
Çatalda olduğunu iddia edenler var.
*
Uzatmayayım, eşi Cumhurbaşkanı seçilince, Almanya’nın gelmiş geçmiş en genç ve ilk dövmeli first lady’si oldu bu çılgın kız... Doğurdu, bir oğlu daha oldu.
*
Ve, şimdi Türkiye’de...
*
Ufak tefek mırın kırın edenler var ama, Alman halkı onunla gurur duyuyor. “Cumhurbaşkanı ot gibi adamdı, hayatına renk kattı” diyorlar. Sarkozy’nin eşi Carla Bruni’yle, Obama’nın eşi Michelle’le kıyaslıyorlar Bettina’yı... Hatta, Die Zeit gazetesi, “Askerlerimizin dolaplarına resmini asmak isteyeceği bir first leydimiz var” yorumunu bile yaptı. Seviyorlar onu.
*
Çünkü...
Yok efendim, evlilik dışı ilişkisi olmuş, vay efendim, first leydinin kolunda dövmesi varmış da, ulu orta öpüşüyormuş filan, orasıyla ilgilenmiyorlar. “Özel hayatıdır, kimseyi alakadar etmez” diyorlar.
*
Zaten, Almanya’nın muhafazakâr başbakanı Angela Merkel’in de soyadı Merkel değil aslında... İlk eşinin soyadı ama, orasıyla da kimse ilgilenmiyor. “Bizi ırgalamaz” diyorlar.
*
Gelin görün ki...
*
Aynı Almanya Cumhurbaşkanı, aynı Bettina yüzünden büyük bi skandala karıştı... Az daha siyasi hayatı bitecekti!
*
Peki niye?
*
Çünkü...
Henüz başbakanken, Bettina’yla birlikte, Florida’ya Noel tatiline gitti. Kendi cebinden ödeyerek, özel havayolu şirketi Air Berlin’den bilet almıştı. Tesadüf bu ya, tatile gitmeden önce, bir kokteylde Air Berlin’in yönetim kurulu başkanıyla karşılaştı Bettina... “Air Berlin’in hizmetini beğeniyoruz, hatta tatilimize sizin uçağınızla gidiyoruz” dedi. Sohbet sırasında, ekonomi sınıfı bilet aldıkları ortaya çıktı. Air Berlin’in yönetim kurulu başkanı jest yaptı, daha rahat uçsunlar diye, ekonomi sınıfı biletleri, business’a çevirdi. Uçtular.
*
Bi döndüler kardeşim...
Gazetelerde manşet!
*
Almanya ayağa kalkmıştı. Kanun gereği, siyasetçinin 10 euro’dan fazla hediye alması yasaktı. Bu ne rezaletti. Resmen rüşvetti. Hannover Savcısı şıırrak diye soruşturma açtı.
*
Bizim Christian, ebelek gübelek yapmadı, şerefsiz basın demedi, savcıyı da ideolojik davranmakla suçlamadı, çıktı, Alman halkından özür diledi, “Hata yaptım, haberim bile yoktu ama, uçakta karşılaştığım emrivakiye itiraz etmeliydim, suçluyum, özür dilerim” dedi. Çıkardı cebinden, takır takır, bilet farkını ödedi. Böylece, savcı da soruşturmayı geri çekti.
*
Pürüzsüz “siyasi hayatı”ndaki ilk ve son skandal bu oldu.
*
Özetle.
Alman halkı, kimin kimi becerdiğiyle ilgilenmiyor, Alman halkını becermeye kalkan var mı, onunla ilgileniyor...
Yüz yirmi yedi bin iki yüz seksen beş sene var Almanya olmamıza.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2010
HSYK seçimleri yapıldı... Seyrediyorum televizyonda, genç bir savcı, oy vermek için sırasını bekliyor, kucağında 5-6 yaşındaki kızı, meğer eşi de hâkimmiş, haliyle o da oy kullanmaya gelmiş, hâkim anne çıkacak, savcı baba girecek, “Çocuğu bırakacak kimsemiz olmadığı için beraberimizde getirdik” diyor.
*
Beyşehir.
Hacıakif Mahallesi.
Kapıda ambulans.
Üç katlı apartmanın giriş dairesinden battaniyeye sarılı cansız bir beden çıkarıyor polisler, suratları allak bullak... Savcı nezaret ediyor, neler görmüş o güne kadar ama, bu başka, duygusal olarak darmadağın... Battaniyenin içinde bir kız çocuğu var çünkü.
*
Tavana asmış kendini.
*
Bakıyorlar sağa sola.
Öğrenci kimliği...
Henüz 14 yaşında.
*
Bekliyorlar biraz, ne gelen var eve, ne giden... “Annesinin arkadaşıyım” diye telefon eden bir kadının ihbarıyla geldikleri adreste, cenazenin sahibini arıyorlar. Kadını buluyorlar. “Annesi nerede?” diye soruyorlar... 10 gün önceki fuhuş operasyonunda içeri tıkıldığı ortaya çıkıyor.
*
Ya babası?
*
Anneyi tanıyan kadın, babayı tanımıyor, “Ana-kız yaşıyorlardı” diyor. Komşulara soruyorlar. Bilen yok. Zaten 15 gün önce taşınmışlar, tüm bildikleri bu... Ev kiralık. Ev sahibi bulunuyor. “Kadınla adam geldi, evliyiz dediler, adam eczacı kalfasıymış, parada anlaştık, verdim” diyor. Eczacı kalfası denilen adamı soruşturuyorlar... Kocası değil. Eczacı da değil. O da içerde. Aynı operasyondan.
*
Son çare muhtar... Muhtara gidiliyor. Evet, 15 gün önce taşınmışlar ama, ana-kız kayıtlı, adam yok, Aksaray’dan gelmişler Beyşehir’e, Aksaray’daki eski adresi veriyor muhtar... Aksaray’a soruluyor. Dram büyüyor. Babası, dört sene önce birini öldürmüş, cezaevinde yatıyor.
*
Üstelik, baba öz baba değil... Canına kıyan kızın, gayrimeşru ilişkinin meyvesi olduğu, annesinin bu adamla evlendiği, adamın da kızı nüfusuna geçirdiği ortaya çıkıyor.
*
Okula soruluyor. Öğretmenlerin başından aşağı kaynar su dökülüyor. Çünkü, ne ananın içeri tıkıldığından haberleri var, ne babadan, ne de kızcağızın kendini astığından... Yeni öğrenci, derslerinde başarılı, yürüyerek gelip gidiyor, yalnız; tüm bildikleri ev adresi.
*
Ana içerde.
Babalık içerde.
Ana yıllar önce reddedilmiş, akraba yok, varsa da, nerede olduklarını bilen yok.
*
Kız tek başına... Morgda.
*
Beyşehir Belediyesi yıkatıyor talihsiz körpenin bedenini, götürüp, Merkez Çarşı Camii’nin musalla taşına koyuyor. Öğle namazından çıkan cemaat kılıyor hiç tanımadıkları hemşerilerinin namazını, âdetten ya, haklarını helal ediyorlar... Alıyorlar omuzlara tabutu, cenaze arabasına yüklüyorlar, onlar da götürüp şehir mezarlığına defnediyor.
*
Böylece, kim olduğu bilinmeden, o güne kadar hiç merak edilmeden, oradan oraya savrulan... Kalabalıklar içinde tek başına yaşadığı 14 senelik ömründe, sanırım ilk kez “adresi” oluyor.
*
155 ada.
27 numara.
*
Koca koca yazarlar demokrasi,hak-hukuk filan gibi koca koca laflar döşenirken yazmak istedim, başka seçeneği kalmayan, tavana asılı küçük kızı.
*
Bırakacak kimsesi olmadığı için kendi çocuğunu kucaklayıp “adalet oylaması”na getiren ana-babalar okusun diye yazmak istedim... Karar verirken, başkalarının çocuklarını da kucaklasınlar diye.
*
Yoksa, senden olan senden olmayan’ların listesini manşetlere assan n’olur asmasan n’olur.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2010
Bizim garibim madenciler ocaktan çıkar, üst baş kapkara, bi tek gözleri görünür... Şili’de madenciler ocaktan çıktı, saç baş tertemiz, bi tek gözleri görünmüyor! *
Hepsinde janti gözlük.
*
Sanırsın sörf’e gidiyorlar.
Ya da ne bileyim, 69 gündür kayak merkezindeydiler, snowboard’tan geliyorlar.
*
E yazmak lazım.
*
“At gözlüğü” takanlar, boşuna zahmet edip okumasın... Gözünü dört açmak isteyenlere ise, tavsiye ederim.
*
Jonathan Franklin diye bi arkadaş var, gazeteci, İngiliz aslında, üniversiteyi ABD’de okudu, New York Times’ta filan çalıştı, sonra gökdelenlerden sıkıldı, kendini dağa-bayıra vurdu, 15 sene önce Şili’ye taşındı, Santiago’ya yerleşti, Şilili takı tasarımcısı bir kadınla evlendi, Guardian Gazetesi’nin Güney Amerika muhabiri oldu... Maden çökünce, bavulu topladı, gitti, çadırı kurdu, kurtarma çalışmalarına gece-gündüz tanıklık etti. Oraya doluşan 2 bin gazeteci, evet, 2 bin gazeteci, madencilerin çıkarılışını “görmek” için beklerken, bizim Jonathan, iyi de birader, bu madenciler “nasıl görecek?” diye düşündü. Çünkü, adamlar 69 gündür kapkaranlık mezarda yaşıyordu, dışarı çıktıklarında gözleri hasara uğrayacaktı. Güneş gözlüğü lazım dedi, önce kurtarma ekibinin başkanına söyledi, olur’u alınca da, gözlük firmasına telefon etti.
*
Firma üstüne atladı, tanesi 180 dolardan 35 adet gözlük gönderdi, kıyağımız olsun dedi, para almadı. 33’ünü madenciler taktı, 2’sini dayanışma için Şili maden bakanı ve Şili devlet başkanı taktı.
*
150 ülke canlı yayınladı, bir milyar kişi seyrederken, madenciler bi çıktı, hepsinde janti gözlük!
*
Oakley o.
*
Nedir Oakley?
*
James Jannard diye bi arkadaş var, Amerikalı, eczacı olacaktı aslında, sıkıldı, reçete şurup filan uğraşamam dedi, üniversiteyi üçüncü sınıfta bıraktı, 300 dolar sermayeyle şirket kurdu, ilk gözlüğü evinin garajında tasarladı, adını da Oakley koydu... Oakley, köpeğinin adıydı.
*
Doğa sporları meraklısı olan, karda-çölde motora bisiklete binmeye bayılan ve arkadaşları arasında “çılgın” lakabıyla tanınan James, popüler kültür dehasıydı. Hollywood’a saldırdı... Görevimiz Tehlike’nin giriş sahnesinde Tom Cruise’un taktığı afili gözlük var ya, Oakley o... Blade filminde vampir avcısı Wesley Snipes’ın gözünden çıkarmadığı kara gözlük... Savaş filmi Black Hawk Down’da komandoların taktığı... Zaten, şu anda Irak’ta ve Afganistan’da görev yapan Amerikan askerleri de Oakley takıyor; tek tek uğraşmadı, Amerikan ordusuyla toptan anlaşma yaptı. Örümcek Adam’a, X-Men serisindeki garip tiplere, The Taking of Pelham 123’te John Travolta’ya taktırdı. Özendirdi.
*
Nokta vuruşları yaptı...
ABD’de naklen yayınlanan turnuvalarda gözlüğünü hiç çıkarmadan oynayan dünya poker şampiyonu Phil Hellmutt’a sponsor oldu. Kanser hastası olduğu için, fotoğrafı dünyada en çok kullanılan, gelmiş geçmiş en büyük bisikletçi Lance Armstrong’a sponsor oldu.
*
Uzatmayayım, trend oldu, 500 milyon adetten fazla gözlük sattı. Baktı ki, iyi satıyor... Yetti gari, tadında bırakmak lazım dedi, Oakley’i 2007’de 2 milyar 100 milyon dolara İtalyan devi Luxottica’ya sattı. Dijital kamera işine girdi. “Dünyanın en yaratıcı 100 insanı”ndan biri seçildi.
*
Üç milyar dolar şahsi serveti var. Dört çocuğu, dört tane özel jet uçağı var. Apartman hayatından daralıyor... Biri ABD’de, ikisi Fiji’de, üç tane özel adası var; adalarda oturuyor.
*
Oakley’i satın alan Luxottica ise, gözlükte dünyanın en büyüğü... Amerikalıların yaratıcılığından faydalanmak için, Oakley’in merkezini İtalya’ya taşımadı, California’da bıraktı. Oakley’in yanı sıra, Ray-Ban, Prada, Chanel, Bvlgari, Versace, Donna Karan, Miu Miu gibi markaların gözlüklerini üretiyor. Luxottica’nın 6 milyar dolar serveti olan sahibi, İtalya’nın en zengin ikinci adamı... Berlusconi üçüncü... Bizim Başbakan da, Luxottica’nın ürettiği gözlüğü takıyor, gözü rahatsızlandığında Bvlgari almıştı, 670 liraya.
*
Peki, neden Oakley? Onca gözlük markası varken, niye Oakley taktı Şilili madenciler?
*
Çünkü, yazının başında bahsettiğim gazeteci Jonathan, doğa sporları hastası, bisiklet tutkunu, özellikle de Lance Armstrong hayranı... Oakley, Şili’deki ilk şubesini 2004’te açmıştı... E şube açılınca, üniversite yıllarından beri Oakley kullanan Jonathan’ın gözlük almak için taaa New York’a gitmesine gerek kalmamıştı. Gözlük aklına gelince de, aklına ilk olarak Oakley gelmişti doğal olarak... (Müşteri memnuniyeti diye buna derim ben!)
*
Böylece, lise mezunu, popüler kültür yaratıcısı, bilinçaltı sihirbazı James’in zekâsı, ABD üzerinden İtalya’ya, oradan Şili’ye, döndü dolaştı, madencilerin gözüne gözlük oldu!
*
1 milyar kişi seyretti.
*
Sadece 300 dolara kurduğu şirketi, 2 milyar 100 milyon dolara yükseltti... 6 milyar dolarlık şirket ise, tanesi 180 dolardan, sadece 6 bin 300 dolarlık bağışta bulunarak, 150 ülkede binlerce saat ekranda kalıp, dünya genelinde 41 milyon dolarlık reklamı bedavaya getirdi.
*
(Reklam bedeli hesabını Amerikan CNBC televizyonu yaptı. Amerikan Fox televizyonu ise, “Oakley’in gözlük bağışı, hiç şüphesiz 2010 yılının en başarılı yatırımı oldu” yorumunu yaptı.)
*
(Endonezya’ya, Pakistan’a 400 milyon dolarlık yardım yapıp, anca teşekkür plaketi alan Türkiye ise, sanırım parası bittiği için, beş aydır madenci cenazelerini çıkaramıyor.)
*
Netice itibariyle...
Tüm dünya, Şilili madencilerin çıkarılışını gözyaşlarıyla seyredip “Emekçi kardeşlerimiz kurtuldu, yaşasın insanlık” romantizmi yaparken, “sermaye vizyonu” malı götürdü yani.
*
Gazeteci Jonathan’a dönersek... “The 33” diye kitap yazıyor, önümüzdeki ay piyasaya çıkacak, 100 milyon adet satılması bekleniyor. Aman güneş gözlüğü takarak okuyun ha!
Yazının Devamını Oku