Henüz 14 yaşındaydı. Tokat Zileliydi. Dar gelirli ailenin çocuğuydu. Bir eliyle babasının ceketinin ucundan tutuyor, öbür eliyle bavulunu taşıyordu. Gözleri, biraz da korkuyla faltaşı gibi açılmıştı, İstanbul’a ilk gelişiydi, denizi ilk defa o gün gördü. Eminönü’ye vardıklarında Yeni Cami’yi tanıdı, seyrettiği filmlerden... Yolun karşısına geçtiler. Altı numaralı iskeleden bilet aldılar. Hayatında ilk defa gemiye binecekti. Yüreği pır pır. Vapur kalktı, etrafı seyrediyordu, ezberlercesine, Topkapı Sarayı’nı, Kız Kulesi’ni gördü, geride kalan Sirkeci uzaklaşıp, küçülürken, Adalar belirdi. Yanaştıkları ilk tabelayı okudu, Kınalıada. Burası değildi. Üçüncü adada indiler, Heybeliada’ya böyle ayak bastı. Erguvanlar açmıştı. Ada, yaz coşkusuyla karşılamıştı onu ama, aileden, yuvadan ayrılmanın hüznünü gel de ona sor... Babası, cebindeki adres kâğıdını çıkardı, iskelede duran birilerine gösterdi, tarif ettiler. Adanın en uzak tepesiydi. Faytona binmediler. Baba-oğul, yürüye yürüye, tırmandılar. İşte gelmişlerdi. Deniz Lisesi. Baba, evladına sarıldı, öptü, emanet etti oraya... Macera başlamıştı. 14 yaşında.
*
Ardından, Deniz Harp Okulu’nu bitirdi. O ufak tefek oğlan, aslan gibi teğmen çıkmıştı. Deniz Harp Akademisi’ni de birincilikle bitirdi, kurmay oldu. Gökova firkateyninin komutanlığını üstlendi, harp filosunun en iyi gemisi ödülünü kazandı. Bangladeş’te askeri ataşelik yaptı. Komodorluk yaptı. Hani, Libya’da içsavaşta sıkışıp kalan vatandaşlarımız, gemilerle taşınarak kurtarılmıştı ya... İşte o, en öndeydi, operasyonun kritik komutanıydı. Sema’yla evlendi, Batu dünyaya geldi, sonra Duru... İyi insan, iyi baba, iyi komutan... Birinci sıradan amiral olacağı kesindi. 30 Ağustos’a gün sayıyordu.
*
22 Ağustos’ta tutukladılar!
*
Yere göğe sığdıramazlardı.
*
Dün okuduk...
Sabah “yargıya siyaset soktu” demiş.
Star “kaba ve sığ” manşeti atmış.
Akşam “Kenan Evren”e benzetmiş.
Güneş “mehdiliğe soyundu” demiş.
1972...
Fransa’da ilk soykırım anıtı dikildi. Paris büyükelçimiz Hasan Esat Işık, ilk THY uçağıyla geri çekildi. Sonra bakıldı ki, Fransa jömanfu diyor, Eyfel’den aşşa Kasımpaşa yani... Türkiye anında çark etti, bizim dışişleri bakanı, Fransa dışişleri bakanı’nı aradı, büyükelçi göndermek istiyoruz dedi, Fransa dışişleri bakanı “keyfiniz bilir, nasıl isterseniz” dedi. Bizim dışişleri bakanı’nın keyfi yerine geldi, anıt meselesini açtı, “vatandaşlarımızı rahatsız ediyor, önüne bi ağaç dikelim de görülmesin, ne dersiniz” dedi. Fransa dışişleri bakanı ne cevap verdi biliyor musunuz? “O işlere ben bakmıyorum, bizim Orman Bakanı’yla görüşün” dedi!
*
2001...
Fransa, soykırımı tanıdı. Paris büyükelçimiz Sönmez Köksal, ilk THY uçağıyla geri çekildi. Gazetelerimiz “adiyö” manşetleri filan attı, “elveda” yani... Sonra bakıldı ki, adamlar bizi sallamadığı gibi, arkamızdan el bile sallamıyor, anında u dönüşü yapıldı, büyükelçimiz tıpış tıpış geri gönderildi.
*
2006...
Bizim göçmen muhiti Şemikler’e git, İsveç’e geldim zannedersin, hemen herkes sarışın, beyaz tenli, renkli gözlüdür. O da öyle, çakmak çakmak bakar. Babası Karşıyaka orman işletmede memur olarak iş bulmuştu ama, oradan oraya göçüp yeniden hayat kurmak kolay değildi. Dar gelirliydiler. Şemikler ortaokulunu bitirdi, aile bütçesine katkı için çalışmak zorundaydı, liseye devam etmedi, edemedi, 14 yaşında çalışmaya başladı, tekstil atölyelerinde çıraklık yaptı 18’ine kadar, askerliğini bitirdi geldi, âşıktı, evlendi. İki kızı var. Ruhundaki engin özgürlük duygusunu yansıttı kızlarına, birine Deniz, birine Derya adını verdi. İkisine de üniversite okuttu, biri anaokulu öğretmeni, biri beden eğitimi öğretmeni oldu. Derya henüz bekâr, Deniz’den torunu var. Askerden dönünce ESHOT’a girdi, nedir derseniz, İstanbul İETT’nin İzmir versiyonudur, otobüs troleybüs falan... Lastikhanede presçiydi, o nedenle bugün bile hâlâ “Lastikçi Kani” derler ona.
*
Kani Beko.
DİSK Başkanı.
“Çocuklukları”na bakalım.
*
İsmet İnönü’nün babası, memurdu, zabıt kâtibiydi. Oğlunun doğum tarihini, evdeki Kuran-ı Kerim’in arka kapağına kaydetmişti.
*
Taa 54 yaşındayken... Çocuklara rol model olmak için, görsünler özensinler diye, eğitimini aldı, yüzme öğrendi.
*
İstiklal harbinin en kritik gecelerinde bile kitap okuyordu. Vefatından sonra tereke hâkimliği tarafından tutulan kayıtlara göre, o sırada kütüphanesinde bulunan, not alarak, işaret koyarak okuduğu kitap sayısı, 7333 adetti. En çok etkilendiği, ilham aldığı kitap, Rus yazar Grigory Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ydi.
*
Çankaya’ya biniyordu! Atının adıydı... Çankaya’yla Ankara’da konkurhipik yarışlarına katılıp, parkuru engel devirmeden tamamlamıştı. Bu yetenekli tayını, efsane binicimiz Saim Polatkan’a hediye etti. En sevdiği atı ise, Sakarya’ydı.
*
İlk köpeğinin adı, Alp’ti. İngiliz setter’iydi. Yavruyken almıştı. Kulübesi yoktu, Mustafa Kemal’in yatak odasında yatardı. Sonra bi av köpeği edindi. Adı Alber’di. En son, seyyar fotoğrafçı Hasan efendi’den Foks’u satın aldı. 50 lira ödedi. O zamanlar 50 lira dediğin, çok büyük paraydı. Foks, sokak köpeğiydi.
*
Robert Kolej’den mezun oldu, Oxford’dan diploma aldı. Gazeteciydi. Hayatını daktilo tıkırdatarak, karikatür çizerek, dergi kapakları resimleyerek kazanıyordu. Kurşuna dizilen asker kaçaklarının dramını yazdı, sen misin yazan, vatan haini muamelesi yaptılar, sürgün cezası verdiler, Bodrum’a sürdüler. Devletimizin o günkü kafasına göre, yeryüzü cenneti Bodrum, sürgün yeriydi!
*
Cezası bitti, Bodrum’dan ayrılmadı. Bodrum’un antikçağlardaki adı olan Halikarnas’ı mahlas olarak benimsedi. Artık sadece yazar değildi, balıkçıydı, süngerciydi, bahçıvandı, rehberdi. Etrafına fener gibi ışık saçan kalemiyle, adeta, Ege ve Akdeniz medeniyetlerinin Diyojeniydi.
Hayat ustasıydı.
Mavi Yolculuk’un babasıydı.
İnsanımızı, denizimizi, duyguyla, mitolojiyle, şiirsel dille harmanladı.
*
Aganta Burina Burinata, Mavi Sürgün, Yaşasın Deniz, Anadolu Efsaneleri, Gülen Ada, Çiçeklerin Düğünü, Arşipel, Gündüzünü Kaybeden Kuş, Deniz Gurbetçileri... Hangi birini saysam bilmem ki, birbirinden eşsiz romanlar, hikâyeler, denemeler, hatta, çocuk kitapları yazdı.
Otomobilin hafif sağa çektiğini hissetti, kenara yanaştı, baktı, lastiği inmişti. Hay Allah, ne yapacağım şimdi diye düşünürken, yanından geçen otomobil az ilerde durdu, geri geri geldi, sürücüsü indi, genç bir delikanlıydı, yardım edebilir miyim diye sordu. Kadın, kırık dökük Türkçesiyle konuştu, çok mutlu olurum dedi. Delikanlı stepneyi çıkarıp, lastiği değiştirirken sohbet ettiler. Kadın, Yunan’dı, İzmir Başkonsolosluğu’nda çalışıyordu. Delikanlı ise, pilottu, Türk hava kuvvetlerinde üsteğmendi. İş bitti, el sıkışıp ayrılırlarken, kadın telefon numarasını verdi, uygun olduğunuzda bir teşekkür kahvesi ısmarlamak isterim dedi. Yoldaki tesadüfle... Büyük balık yakaladığının farkındaydı.
*
Bi kaç gün sonra Alsancak’ta buluştular, kahve yudumlarken, yanlarına biri geldi, aa-aaa merhaba dedi, sanki oradan geçiyormuş da tesadüfen görmüş gibi yaptı. Oysa, bu defa, tesadüf olmayan tesadüftü... Savvas Kalenderidis’ti, kendisini Yunan Başkonsolosluğu’nun ticaret ataşesi olarak tanıttı, anadili gibi Türkçe konuşuyordu. Çünkü, ticaret micaret hikâyeydi, Yunan gizli servisinin casusuydu, rütbesi yarbaydı. Sarışın kadına yılışan salak pilotumuz, oltaya takılmıştı.
*
Alttan girdi, üstten çıktı, parayı gösterdi, pilotu angaje etti. İstenen belgeleri Kalenderidis’e aktarırsa, tatlı bir hayat sürebilirdi. Kabul etti. Küçük bi pürüz vardı... Gerçekten pilot muydu? Subay mıydı? Ya Yunan istihbaratına sızmak isteyen Türk casusuysa? Turist ayağıyla, bindirdiler yata, adı lazım değil, hava üssü bulunan Yunan adasına götürdüler. Test ettiler. Pilottu, subaydı, haindi.
*
Başladı çalışmaya... Çiğli ana jet üssünde görevli istihbarat yüzbaşı’sıyla temasa geçti. Yüzbaşı’ya sohbet dümeniyle sorular soruyor, şüphelenmeyen yüzbaşı bülbül gibi ötüyor, uçak sayıları, intikaller, hatta harekât planlarını anlatıyor, üsteğmen de bu bilgileri Kalenderidis’e aktarıp, cebini dolduruyordu. Bilahare, bir deniz astsubayını bağladı, hayati önem taşıyan telsiz frekans kodlarına ulaştı, bunları da sattı. Şahane casusluk yaptığını, kimsenin ruhunun bile duymadığını düşünüyordu. Aslında... MİT tarafından ruh gibi takip ediliyordu.
*