Paylaş
Günün keyifli başlayacağı, gecesinden belliydi. Televizyonda Nükhet Duru'nun enfes şarkısına vurulmuştum. Önce ses ve melodi beni alıp ekranın içine çekmiş, sonra görüntü alıp yıllar öncesine, Nükhet Duru'yla ilk tanıştığım zamanlara götürmüştü.
Belki bundan 20 yıl öncesiydi. Onunla Ankara televizyon stüdyolarında tanışmıştım. Güzelliğinin yanına, yakaya takılan bir gül gibi ilişmiş esmer sıcaklığını hemen yakalamıştım. Olağanüstü bir sesi ve daha da ötesi müthiş bir yorumu vardı. O benim, hayatımda sadece ve sadece, ‘‘dost’’ olabildiğim birkaç kadından biri olarak kalacaktı.
Yıllar önce, ona ‘‘Paprika’’ adını taktığımı anımsadım. Televizyondaki görüntüde benim yıllar önceki Paprika'mın sadece özü vardı. Saçlarını değiştirmiş, gözlerine bir başka bakış koymuş, sesini ve yorumunu sonsuzluğa uzatmıştı. Olanca fütursuzluğu ve meydan okuyuşuyla söylüyordu:
‘‘Ben halden hale geçer, halden hale düşerim
hal bende ben halin içinde acı çekerim.’’
* * *
Bugün başka ne yazabilirdim. Ben de halden hale geçiyor, halden hale düşüyordum. Hal bendeydi ve ben halin içinde acı çekiyordum.
Hepimiz halden hale geçmiyor, halden hale düşmüyor muyduk. Hal bizde, biz halin içinde acı çekmiyor muyduk.
Elimizde sadece, ‘‘acı’’ kalmıyor muydu.
Oturup bunları yazmak yerine Cim Başsavcısı Vural Savaş'ın hukuku ve hukuk adamlarını paralayıp atan medyatik şovlarını mı yazsaydım. Bazı insanlar, bazı emeller uğruna kullanılırlar ve sonra işlevini tamamlamış bir kâğıt gibi kenara atılırlar mı deseydim.
Halden hale düştüklerini bir türlü bilemez, üç beş günlük sansasyon uğruna bütün hayatlarını yakarlar diye mi çiziktirseydim.
Boşverdim. Değmezdi...
Aynı şeyler bence Yekta Efendi için de geçerli değil miydi.
Sabah, Hürriyet'i elime alınca daha da keyiflendim. Önce son zamanların favorisi arka sayfaya göz attım. ‘‘Aman Allahım’’ diye mırıldandım.
Arka sayfada bu kez kerametinin nereden menkul olduğunu bir türlü anlayamadığım Sibel Can yoktu. Onun yerine resim boyutlarında kendisine haksızlık edilmiş bir Jill Stuart mankeni vardı. Çıplak tenine danteller sarmış gülüyor ve dünyaya metelik vermeden bakıyordu. İçimi çekerek baş sayfayı çevirdim.
* * *
Birinci sayfada Mesut Yılmaz'ın dehşetengiz demeci ile karşılaştım. Yılmaz, kendinden beklenmedik bir şekilde esip savurmuştu. İç sayfada röportaj sırasında çekilmiş bir de fotoğrafı vardı. Rütbesiz başbakan yumruğunu sıkmış, bir sağ kroşe atar gibi sallıyordu. Yüzü korkutucuydu. Söylediği şeylerin altına imza atılabilirdi. Ama ne yazık ki demokrasi, hukuk devleti, insan hakları ve özgürlükler gibi konulara hiç değinmiyordu.
Ama gene de dediklerini yaparsa ona, ‘‘Helal olsun’’ denilebilirdi.
Kemal Tahir'in ünlü deyimi aklıma geldi, keyiflendim:
‘‘Ulan iyi, ulan afferin’’ diye mırıldandım.
Paylaş