Yasemin Boran

Yasemin'ce

12 Temmuz 1998
Mazeret yok artıkEve geç kalan kızına annesi hemen çıkışır, ‘‘bu saate kadar neredeydin?’’ Kız süklüm püklüm ağzında birşeyler gevelerken anne hemen oradan sert bir ifadeyle ‘‘mazeret istemiyorum’’ der. Şimdi burada verilecek cevap çok önemlidir. Neden mi? Çünkü, verilen cevap anneyle kızı arasındaki ilişkinin nasıl gelişeceğini belirleyecek de ondan. Mazeret istemediğini söyleyen anne aslında ne demek istiyor dersiniz? ‘‘Gerçeği söyle’’ mi, demek istiyor yoksa ‘‘eve zamanında gelseydin’’mi, diyor? Bu durumda ister yalan ister gerçek olsun yapılacak her türlü açıklama, gecikme için gösterilen bir mazeret olacaktır. Peki, zamanında evde olamayan kız, bu durumda ne yapmalıdır? Mazeretinin ne kadar geçerli olduğuna annesini ikna etmeye mi, çalışmalıdır? Yoksa... Böyle bir durumda ‘‘yoksa’’ yoktur, diyeceksiniz. Aklınıza hiç bir cevap gelmiyor, değil mi? Fakat, annesini ikna etmeye çalışan kızın yerine kendinizi koyun ve o anda ne çeşit bir hal içinde bulunacağınızı düşünün. Ne kadar zor bir durum, öyle değil mi? Kendinizi küçücük hissediyorsunuz, moraliniz bozuluyor, kan beyninize hücum ediyor ve yüzünüz kızarıyor. Belki de morarıyorsunuz. Belki de kendinizi beceriksiz, yetersiz, hatta işe yaramaz hissediyorsunuz. Tabii böyle bir diyalog patronunuzla, arkadaşınızla, eşinizle ya da sevgilinizle aranızda geçebilir. Bir işi hakkıyla yapamamış olmak, bulunmanız gereken yere zamanında varamamak, verdiğiniz sözü yerine getirememek, bilmeden, istemeden ya da isteyerek hata yapmak ve bütün bunların sonucunu hep birilerinin ya da bir şeylerin üstüne yıkmak. Günümüz insanının yaşam biçimine dönüşmüş olan mazeretlerin ardına saklanmak, neredeyse günlük yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası olmuş durumda. Günün bir bölümünü mazeret anlatarak geçirmekteyiz. Hep bir şeylerin yüzünden geri kalıp hatalar yaptığımızı düşünürüz. Bilerek yaptığımız yanlışların mazereti cebimizde hazırdır zaten. Ve her an cebimizden çıkartmaya hazır durumda, ‘‘bekler’’ halde dolaşırız. Ve sonra bunların hesabını soran birileri çıkar. Hiç sektirmeden, teklemeden mazeretlerimizi teker teker sunarız. Tabii bu arada kimseye açıklama yapmamız gerekmeyebilir. Bu bu kez de kendi kendimizle hesaplaşırız. Yoksa, rahat olamayız. Rahatlamanın bir yolu olarak kullandığımız ‘‘mazeretler’’ bir gün bizi biz olmaktan çıkartır, ama bunu zerre kadar düşünmeyiz. Hem durumu kurtarmak o dakika daha önemlidir. Böylece kendimize olan saygımızı kaybetmemiş oluruz. Halbuki mazeretlerle yaşamak, kendimizi geliştirmemize engel olmaya başlar. Daima mazeretlerin ardına sığınıp nedenler ve niçinlerle oyalanırız ve tabii bu arada çok önemli bir şeyi kaçırırız. Şimdi büyük bir merakla neyi kaçırdığımızı düşünüyorsunuz değil mi? Kaçırdığımız şey ‘‘ben’’dir. Yapabilme gücüne sahip olan ‘‘ben’’ mazeretlerin arasında kaybolur gider. Mücadele etmek, sahip olmak, başarmak, istediğini elde etmek, yani yaşamak ‘‘ben’’in işidir ve aklınıza gelen ne varsa bütün bunlarla başa çıkan ‘‘ben’’dir. Mazeretler, ‘‘ben’’i küçültür. Unufak eder. Kendini önemsiz ve değersiz bulmaya başlar ve bunun için de mazereti hazırdır. Fakat, bulduğu mazeretler kendisini bir arpa boyu yükseltmez. Ama var olması gerekir. Bunun için de yine imdadına mazeretler yetişir. Savunma mekanizması kendini koruyabilmek için mazeretleri kalkan olarak kullanır. Ve nihayetinde bir gün, hayatın bütün yükünü omuzlarında taşımak zorunda kaldığı için bir ‘‘şey’’ olamadığını düşünüp kendine acır. Ve bunu yaparken bile yüzlerce mazereti vardır.Halbuki, yaşam biçimi olarak mazeret yolunu seçmek yerine mazeretleri ortadan kaldırabilirsiniz. Nasıl mı? Çok kolay. Başarısızlığınızın, hatalarınızın ya da istemediğiniz ne varsa bütün bunların sorumluluğunu başkalarına, olaylara, şeylere yüklemekten vazgeçerek. Bugünden itibaren ‘‘mazeret yok artık’’ diyerek yeni bir hayata başlayabilirsiniz. Önce, kendi kendinize bunu başarmanız gerekiyor. Sonra, çevrenize ‘‘mazeretiniz olmadığını söyleyerek’’ yeni hayatınızı sürdürebilirsiniz. Önce hatalarınızı kabul etmeyi öğrenin. Bunun ‘‘dünyanın sonu olmadığını’’ düşünerek yapabilirsiniz. Ve ‘‘yaptım’’ diyebilmek çok önemli. ‘‘Evet, yanlış olduğunu öğrendim fakat, yaptım. Bundan sonra daha dikkatli olacağım’’ diyebilmek çok önemli. Kendinizden utanmayın. Bunun için mazeretler aramayın. Ve mazeretiniz olmadığını açıkça söylediğiniz zaman ne kadar şaşırtıcı bir etki yarattığınızı gözlemleyin. Hem kendinizde hem de karşınızdaki kişi üzerinde çok farklı bir etki olduğunu göreceksiniz. Üstelik, kendinizi daha çok sevecek, ezilip küçülmek yerine kendinize olan güveniniz artacak. Ve tabii daha sonraki aşamalarda daha az hata yapmaya başlayacaksınız. Sistem Yayıncılığın ‘‘Mazeret yok’’ adlı kitabı doğrusu bu konuda çok hoş yöntemler öneriyor. Üstelik ‘‘mazeret yok artık’’ diyebilmek kulağa da hoş geliyor, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

11 Temmuz 1998
Bilinçsiz farkındalıkBazen büyük istekler bazen de içinde bulunduğumuz durum yüzünden insanın düşünceleri karmakarışık olur. Böyle bir hal içindeyken ne düşüneceğinizi, nasıl davranacağınızı bilemezsiniz. Tabii bunun sonucunda büyük bir gerilim içine girersiniz. Üstelik, insan gerilim içine girip ne yapacağını bilemediği zaman eli ayağı birbirine iyice dolaşır. Zihinsel faaliyetleriniz neredeyse iptal olmuş duygusuna kapılırsınız. İşte böyle durumlarda yapılacak tek bir şey vardır, size sıkıntı veren her ne ise bunun üzerinde durmamak ve düşünmemek...Şimdi diyeceksiniz ki, böyle bir şey mümkün mü?.. Düşünmeden durmaya imkan var mı?.. Hele bir de sizin için çok önemli bir konuysa... Zaten çok önemli olduğunu düşünmeseniz, ne alacağınız kararın ne de yapacaklarınızın sonuçları bu derece sizi etkilemez ve kafanızı karmakarışık etmez. Kararsızlığın böylesine yoğun bir baskı yaratmasının nedeni, sizin konuyu aşırı derecede önemsemenizden kaynaklanıyor. Belki geleceğinizi etkileyeceğini düşünüyorsunuz, belki de alacağınız karar hayatınızın akışını değiştirecek... Ve siz bu düşünceler içinde bir türlü karar veremiyorsunuz. Fakat, biran önce de karar vermek zorundasınız. Peki bu durumda ne yapacaksınız?.. İşte, daima sorulan ve öğrenilmek istenen en önemli nokta; Zor durumda kalındığında ya da çok fazla istenilen birşeye ulaşmaya çalışıldığı sırada ortaya çıkan gerilim ve kararsızlık halinin yarattığı zihinsel karmaşa aslında yanlış tanımlanıyor. Zihninizin durduğu duygusuna kapıldığınız zaman aslında zihniniz durmuş değil. Sadece aşırı düşünce ve baskı sonucu kitlenmiş durumda. Fikirler oradan oraya sıçrarken sağlıklı bir anliz yapabilmek ve doğru karar alabilmek tabii ki, mümkün değil. Hele bir de mutlaka doğru karar vermek zorunda olduğunuzla ilgili büyük bir baskı duyuyorsanız, herhangi bir karara varabilmeniz mümkün olamayacaktır. İşte böyle bir hal içinde zihninizin durduğunu düşündüğünüz bir sırada gerçekten düşüncelerinizin hareketini durdurmayı başarabilseniz, o zaman kararlar kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Çünkü, zihninizin üzerinde yaratılan baskı ortadan kalkmış olacak. Böylece kendinizi akışa bırakmış olacaksınız ve farkında olmadan ve en doğru karar şuurunuza yükselecektir. Şimdi bunu anlamak biraz zor gelebilir. Bu durumu şöyle açıklamak mümkün; Kendinizi olayların akışına bıraktığınız zaman bilinciniz farkında olmadan sizi harekete geçirir. Yani siz düşünerek ve kendinizi zorlayarak keşfedemediğiniz durumu, kendinizi serbest bıraktığınız zaman birden bire bildiğinizi anlarsınız. Tıpkı, size bir top fırlatıldığı zaman yakaladığınız gibi... Topu yakalamayı düşünmezsiniz. Üstünüze gelen topu tutarsınız. Bunun için ne enerji sarfedersiniz, ne de ne yapacağınızı düşünürsünüz. Kendiliğinden meydana gelen bir durumdur ve siz doğru davranmışsınızdır. Ya da arabayla giderken önünüze atlayan bir hayvan ya da çocuk gördüğünüz zaman hemen frene basarsınız. Bu sizin düşünerek, karar vererek yaptığınız bir hareket değildir. Bilinçsiz bir farkındalık hali içinde ortaya koyduğunuz doğru davranıştır. İşte, üzerinizde baskı yaratan bir durumla karşılaştığınız zaman ya da çok önemli bir karar alacağınız zaman, düşüncelerinizle zihninizi ezmemelisiniz. Düşünceleriniz giderek karmaşık hale gelerek zihniniz üzerinde blokasyon yaratmadan zihninizi serbest bırakmaya çalışın. Tamamen gevşeyin. Ve konuyu bir süre için unutun. Sonra aniden kuvvetle olayı düşünün. Bu sırada zihninizde beliren fikirleri not edin. Ve bunları daha sonra okuyun. Göreceksiniz, son derece ilginç ve isabetli fikirler üretmişsiniz. Daha önce gözden kaçırdığınız ve hiç düşünmediğiniz durumları bilinçsiz farkındalık halinde yakalayabilirsiniz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Müzik, Mehtap ve insan

11 Temmuz 1998
Pırıl pırıl bir gecede yürüyoruz. Tepemizde mehtap, etrafımızda sokak lambalarının ve reklam panolarının göz kırpan ışıltısı. Kendimizi şen gülüşmelerin tam ortasında buluyoruz ve Taksim'den Harbiye'ye doğru bu coşkulu insan seliyle birlikte akıyoruz. Kaldırım dar geliyor, caddeye taşıyoruz. Duygularım kabarıyor, kendimi olduğumdan daha iyi hissetmeye başlıyorum. Hem de İstanbul'un karmaşasına, hem de insanın beynine şok verircesine darma duman eden kalabalığına rağmen. Aslında renk renk, çeşit çeşit insanlardan oluşan kalabalıkları severim. Başımı döndürse bile keyif alırım. Yeter ki, bu kalabalığı yaratanlar gergin, mutsuz ve sinirli insanlardan oluşmasın... İşte, böylesine keyifli olmamın sırrını çözdüm. Bu içine girdiğim ve seller misali akan insan güruhu pek bir coşkulu, pek bir neşeli ve onlardan yayılan kuvvetli enerji beni de sarıp sarmalıyor ve içimin giderek kabardığını hissediyorum. Hem de ayaklarımdaki topuklu papuçlara rağmen. Doğrusu ayakkabılarımın yürümek için pek elverişli olduğu söylenemez. Fakat, aldıran kim? Hissetmiyorum bile. Taa ki, ayağım burkuluncaya kadar... Ne yalan söyleyeyim, buna bile çok aldırış etmedim. Üstelik bu sırada burnuma gelen kokular dikkatimi hemen dağıttı. Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’na gelmeden daha sıra sıra dizilmiş satıcılar her türlü içeceğin yanısıra yiyecek de satıyorlar. Bir taraftan pişirip bir taraftan çığırıyorlar. Bir gürültü, bir hengame... Sanırsınız ki, konsere değil panayıra geldim. Zorlukla kendimize yol açıp ilerledik ve içeri girmeyi başardık. Tabii iş bununla bitmiyor. Şimdi yerimizi bulmamız lazım. Fakat, çok iyi organize edilmiş. Bunun için Garanti Bankası'nı kutlamak lazım. Ön sırada ve dev hoparlörlerin tam karşısındaki yerimize kurulduk. Biraz sonra kafamı çevirip arkama şöyle bir bakayım dedim. O da ne, açık hava tiyatrosu hınca hınç dolu. Meğer Cazcı Kardeşler'in (Blues Brothers Band) ne çok seveni varmış. Sonra kafamı yukarı kaldırdım ve mehtapla gözgöze geldim. Pasparlak, yüsyuvarlak, bütün çekiciliği ile öyle bir bakıyor ki, bir süre kendimi alamadan herşeyi unutup seyre daldım. Sonra da müziğin sesiyle yerimden öyle bir hopladım ki, dalgınlığımın bedelini neredeyse çok ağır ödeyecektim. Neyse ki, kalp çarpıntılarıyla durumu idare ettim. Zaten biraz sonra da kendimi müziğe öyle bir kaptırdım ki, (Başka türlüsü mümkün değil) ne kalp çarpıntım kaldı, ne de düşüncelerim. Herkese tavsiye ederim. Özellikle dolunay olduğu gün bir konsere gidin. Şayet meditasyon yapmayı bilmiyorsanız, o zaman mutlaka gidin. Meditasyon yapmayı biliyorsanız, sorun değil. Gitmeseniz de olur. Fakaat, bilmiyorsanız, bir konserden daha iyisi olamaz. Neden mi? Çünkü, dolunay döneminde Ay'ın etkisi öylesine güçlenir ki, (Zaten fiziksel olarak bile görünür. Suların yükselmesi gibi.) insanın bu etkiden korunabilmesi ancak, meditasyon yaparak mümkün olur. Müzik dinlemek, bir çeşit meditasyon yöntemi olabilir. Ancak, bir tek şartla; Kendinizi müziğe tamamen kaptırmanız, düşüncelerinizi ve hatta kendinizi unutmanız şartıyla. Genellikle evde böyle müzik dinlemek pek mümkün olamadığı için, gideceğiniz konser, istenilen bütün koşulları kendiliğinden yaratır ve siz isteseniz de istemeseniz de kendinizi müziğin içinde buluverirsiniz. Böylece farkında olmadan tam bir meditasyon yapmış olursunuz. Aslında konsere gitmek için dolunay gününü beklemek gerekmiyor tabii. Özellikle cazz, blues türündeki müziği canlı dinlemek, gerçek manada meditasyon yapmaya eş değerdir. Bir konser salonunda müzikle bütünleştiğiniz gibi başka hiç bir yerde bütünleşemezsiniz. Hele bir de bu konser açık havada gerçekleştiği zaman, doğanın tüm titreşimleri içinizde titreşmeye başlıyor. Yani bana öyle oluyor. Tepemde parlayan Ay'dan mı, soluduğum havadan mı, yoksa hoparlörlerin dibinde oturmaktan mı, bilemem ama tüm organlarım titreşiyor. Yerimde duramayıp ayağa kalkıyorum. Birden diğer insanları farkediyorum. Herkes ayakta. Hem de sahneye en uzak noktada bulunanlar bile. Demek ki, hoparlörden değil. (Tabii bu arada hoparlörün etkisini yabana atmamak gerek. Çünkü, konserden sonra ertesi güne kadar kendi sesimi bile duyamaz halde dolaştığımı itiraf etmem gerekiyor.) Bütün insanlar benim gibi enerjiyi öyle kuvvetli hissetmeye başlamışlar ki, yerlerinde oturamayıp ayağa fırlamışlar. Ve hep birlikte müziğin ritmiyle zıplıyoruz. İnsanlar, müzik ve mehtapla öyle kaynaşmışlardı ki, sanki yok olmuşlardı, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku