Yasemin Boran

Yasemin'ce

20 Eylül 1998
İnançlar gerçekler düşlerİkilemler içinde yaşayan insan, iyi-kötü, güzel-çirkin, olacak-olmayacak kaygıları içinde cebelleşirken dünyanın sadece iki yüzü olduğunu öğreniyor. Öğrenmekle kalmıyor, hayatını ikili sisteme göre kuruyor. Aslında buna kurmak denemez. Düpedüz ikilikler içinde boğuşuyor, denir.Olmasını istediği ne varsa, ömrünü bunların peşinden koşturarak geçiren insanın ‘‘olmayacak’’ kaygısını azaltan inançları, olup olmayacağı hakkında fikir veren öğrendiği gerçekler ve hayallerinin yaratığı üçlemin içinde bulunduğunu farketmiyor. Evet, insan ikilem değil, bir üçlemin içinde yaşıyor. Üç boyutlu dünyanın üç boyutlu insanı, hayatı iki boyutundan algılayıp düşleri es geçiyor. Çünkü, öğrendikleriyle biliyor, öğrendikleriyle algılıyor, öğrendikleriyle değerlendiriyor. Ve öğrendiklerinin içinde düşlerin önemi yok. Yani pratik hayat için bir değer oluşturmuyor. Halbuki gerçeklerin esas kaynağı düşler. Ama bilmiyor. Gerçek denilen ne varsa, bütün bunların oluşumunda en büyük payın düşlere ait olduğu bilinmiyor. Aslında ‘‘gerçek’’ hakkında da pek bir şey bilindiği söylenemez. Çünkü, insan için, gözleriyle gördüğü, elleriyle dokunduğu, kısaca beş duyusuyla algıladıkları gerçek. Duyu organlarının kendisini yanıltabileceğini hiç hesaba katmıyor. Gerçekler, sadece ve sadece kişinin deneyimleri sonucu elde edilen bilgiler. Ve bu bilgilerin dışında ancak, itibar gösterdiği kişilerin gerçek olarak ileri sürdüklerini kabul gösteriyor. Yani inanıyor. Gerçek olup olmadığını bilmeden inanıyor. Bazen test ediyor. Bazen test etme ihtiyacı duymuyor. Ya da test etme imkanı olamıyor. Ama, inanıyor. Gerçek olduğuna inanıyor. İşte, inançlar... Gerçekler ve inançlar, pratik hayatımızın içinde en büyük ve de en önemli yeri kaplıyor. Ve bunun içinde ‘‘düşler’’e pek yer kalmıyor. Varsa, yoksa, gerçeklerin peşinden koşuyor. Hem de sorgusuz sualsiz. ‘‘Gerçek, gerçektir. Elbette ki, önce sorgulanmış, sonra da kesinlikle gerçekliği tesbit edilmiş olduğuna göre daha sorgulamanın ne alemi var?’’ Şeklinde pek haklı ve yerinde bir soru yöneltebilirsiniz. Fakat, bir şeyin gerçekliğini sorgulamaktan bahsetmiyorum ben. ‘‘Gerçek’’in ne olduğunu sorgulamak, diyorum. GERÇEK NEDİR?Bilim ve teknolojinin ilerlemesi, buluşlar ve ortaya çıkan yepyeni bilgiler, bir zamanların ‘‘gerçek’’lerini değiştirmedi mi? Gerçekliğinden en ufak şüphe duymadığımız bilgilerle dünyaya bakmıyor muyuz? Dünya, bizim gerçeklerimizle, gerçekleşmiyor mu? Elbette ki, sahip olduğumuz bilgilerle dünyayı algılıyoruz, değerlendiriyoruz ve yaşıyoruz. Dünyayı değiştiren bizim bilgilerimiz. Ve gerçeklerimiz değiştiği için dünya değişiyor. Demek ki, ‘‘gerçek’’ sorgulanması gereken bir kavram. Tıpkı inançlar ve düşler gibi. Şimdi diyeceksiniz ki, gerçekliğine inandığımıza göre inançlar da sorgulanmalı. Fakat, düşleri sorgulamak da neyin nesi? Düşler, gerçeklerin sadece gölgesi'' diyebilirsiniz. Ve böylece tıpkı ‘‘gerçek’’ konusunda olduğunuz gibi kocaman bir yanılgı içine düşersiniz. Çünkü, düşler gerçeklerin gölgesi olmayıp düpedüz gerçeklerin yaratıcısıdır. Unutmayın ki, gerçekleştirdiğimiz ne varsa, bunlardan önce düşlerimiz yani hayallerimiz vardı. Bir şeyi önce hayal ederiz. Yapmak istediğimiz ne varsa, ilk önce düşleriz. Sonra hayalimizi gerçekleştirmenin yollarını aramaya başlarız. Bu sırada gerçekleşeceğine kuvvetle inanırız. Bu inanç bizi ilerlediğimiz yolda taşır. Sonra gerçek olduğunu görürüz. Gerçeğin arkasında önce düşler sonra da inançlar vardır. Şayet düşleriniz yoksa, yapacak hiçbir şeyiniz yok demektir. Tabii sadece düşlemekle bir şey olmaz. Gerçek olması için, düşleri besleyen inanca ihtiyaç vardır. Yani, düşlediğiniz, inandığınız bir dünyanın gerçekleriyle karşı karşıya bulunuyorsunuz. Ve herkes, kendi gerçeklerini yaşıyor diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

19 Eylül 1998
Yanlış anlıyoruzHemen hepimizin ortak derdi, anlaşamamak... Ne kendinizi anlatabiliyorsunuz, ne de karşınızdakinin ne söylediğini anlıyorsunuz. Aslında bize, karşımızdakini anlıyormuşuz da o, bizi anlamıyormuş gibi geliyor. Her iki taraf da karşısındakini anladığını düşünürken, kendisinin anlaşılmadığından öylesine emin oluyor ki sonunda anlatmaktan, anlaşmaktan vazgeçiyor. Böylece iletişim kopuklukları ortaya çıkmaya başlıyor. Bu durum özellikle eşler arasında ciddi bir sorun biçiminde karşımıza çıkarken bir de bakıyorsunuz, işverenle işçi, iş arkadaşları, ortaklar ve dostluklar arasında da ortaya çıkmış. Yıllarca sürmüş köklü dostlukların yanlış anlamalar yüzünden bittiğine şahit oluyorsunuz. ‘‘Yanlış anladın. Öyle değil, böyle’’ demeye kalmadan bir de bakıyorsunuz, küsüp gitmiş. Ya da siz, ‘‘Bunca yıldır onu hiç tanımamışım’’ deyip çekip gidiyorsunuz. Düşüncenizin doğruluğunu araştırmadan, yanlış anlamış olabileceğinizi hiç düşünmeden, dostluğunuzu bitiriyorsunuz. Veya bitirmiyorsunuz da soğuk davranmaya başlıyorsunuz. Onun her hareketini, her sözünü olumsuz değerlendirmeye, kafanızdaki kırgınlığın üzerine kurmaya başlıyorsunuz. Ya aynı evin içinde yaşayıp başka telden çalanlara ne demeli?.. Herkes kendi tasarladığı ve anladığı yönden söylenenleri dinliyor ve kimse kimsenin ne dediğini anlamıyor. Sanki, Babil Kulesi’nde yaşanıyor. Bir farkla, burada aynı dil konuşulduğu halde kimse, kimseyi anlayamıyor. Peki, neden? Kişiler birbirini dinlemediği için mi? Yoksa, anlamaya mı çalışmıyorlar?Aslında hiçbiri değil. İnsanlar birbirini dinlemeye ve anlamaya gayret gösteriyorlar. Fakat herkesin anlayışı farklı yönde olunca, anlaşamıyorlar. Anlaşmaya çalışsalar da nafile. Zaten onlar da bu durumun farkına varıp anlaşmaktan, kendilerini anlatmaktan vazgeçiyorlar.Sonuç, kocaman bir ‘‘yalnızlık’’ oluyor. Kalabalık bir evde yaşıyorsunuz ve kendinizi yalnız hissediyorsunuz. Hatta, yalnızlığınız daha büyük boyutlara ulaşabiliyor ve koskoca bir dünyada tek başınıza olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bu düşünce giderek sizi sarıyor ve yalnızlığınızı arttırmak için elinizden ne geliyorsa yapıyorsunuz. Hem de bundan ölesiye şikayet ederek. Aslında yalnız olmak istemiyorsunuz. Fakat sizi anlamayan bir güruh içinde neyi nasıl paylaşabilirsiniz ki... Bu durumda yalnızlık kaçınılmaz oluyor. Peki ne yapmalı? Öncelikle anlayışınızı yükseltip kayıtsız, şartsız dinlemeyi öğrenmelisiniz. Kayıtsız, şartsız dinlemek çok önemli. Yoksa, kafanızdaki düşüncelerle, onun ne demek istediğini zihninizde yorumlayıp anlamaya çalışmak çok zor. Sonra kendi düşüncelerinizi açık biçimde söylemeli, ne anladığınızı anlatmalısınız. Kimbilir, (Çoğunlukla) belki de sizin anladığınızı anlatmıyor, bambaşka bir şeyden bahsediyordur. Karşınızdaki kişinin düşüncelerini anladıktan ve onun bakış açısından baktıktan sonra fikir beyan etmeli ve düşüncelerinizi söylemelisiniz. İster kabul edin ister etmeyin, iki kişi dil birliğine varmış, aynı frekansı yakalamış ve böylece anlaşmış olabilecekler. Düşüncelerin aynı boyutta titreşiyor olması, iki kişinin birbirlerini anlayabilmelerini sağlar. Bu durumda kişiler birbirlerinin fikirlerini kabul etmeseler bile birbirlerini anlıyor ve anlaşabiliyorlar demektir, diyorum, Yasemin’ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

13 Eylül 1998
Enerjiyle katledilen ağaçlarEnerji deyince insanın aklına ne çok şey geliyor... Çünkü, enerji pek çok çeşit. Konuşmak, hareket etmek, ve aklınıza gelen ne varsa bütün bunları yapabilmek için enerji gerek. Enerji, bir çeşit canlılığın sihirli sözcüğü. Canlı demek için, enerji sözcüğünü kullanıyoruz. Ve tarif edilen manada cansız cisimlerin de enerjilerini saptayabiliyoruz. Mesela bir demir veya altın, kendine özel bir enerji açığa çıkarmasaydı dedektörler bir işe yaramazdı. Kısaca maddenin yapısında enerji var. Ve enerjinin olmadığı yerde hiçbir şey yok. Madde ve enerji birbirlerinden doğarmış, birbirlerini yaratırlarmış gibi... Aslında yumurta-tavuk misali tam bir paradoks. Ve dünya, bu paradoksun içinde yuvarlanıp gidiyor. Tabii biz de... Enerji, olmazsa, olmaz. Hayat olmaz, diyoruz. Sonra da var olan enerjileri bol keseden harcıyoruz. Hem de ne için, işimize yarar enerji üreteceğiz, diye. Ve, üretiyoruz da... Ama, nasıl? Tabii ki, yok ederek. Neyi yok ediyoruz? İşte konunun burası çok önemli. İnsan, ihtiyaç üreten bir varlık. İhtiyaçlarını ise, dünyanın var olan kaynaklarından karşılıyor. Zaten var olmayan kaynaklarına yönelik ihtiyaç icad etmesi de mümkün değil. İhtiyaçlar ise, hiç bitmiyor. Çünkü insan, hep daha fazlasını istiyor. Daha fazlasını buldukça da, daha fazla tüketmeye başlıyor. Yani bu işin sonu yok. Fakat, bu arada olan, doğal kaynaklara oluyor. Çünkü insan, önünü sonunu düşünmeden harcıyor. İşte, bütün bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için de daha fazla enerjiye ihtiyacı var. Enerji elde edeceğiz diye de, bir dizi santrallar kuruyor. Evet, yanlış duymadınız. Hidroelektrik santralleri, termik santraller, hatta nükleer santraller. Daha başka santraller de kurabilir bu arada. Fakat, en önemlisi bunlar. Çünkü, bu santrallerin kurulmasından faaliyete geçmesine, hatta faaliyete geçtikten sonra da doğayı tüketme sürecine geçilmiş oluyor. Hem de dönüşü olmayan, telafi edilemeyecek biçimde doğayı katleden bir süreç. Şimdi çok merak ettiğinizi biliyorum. Aslında şu enerji santrallerini etraflıca anlatacak bir yazı hazırlasam iyi olacak galiba. Çünkü, şu dar yere sığmayacak kadar çeşitli yönlerde bir tahribat söz konusu. Ve sizin de bunu oturduğunuz yerden bilebilmeniz, görebilmeniz, mümkün değil. Fakat, kısaca şöyle diyebiliriz; İlk önce santralin kurulacağı alanda bulunan bitki örtüsü tamamen ortadan kaldırılıyor. Çünkü, başka türlüsü mümkün değil. En masum gözüken hidroelektrik santralleri için bile bu şart geçerli. Şayet hidroelektirik santralı kurulacaksa, bir de baraj sorunu var. Yani suyun biriktirileceği devasa havuzlar. Binlerce hatta milyonlarca metre küp suyun biriktirilmesi söz konusu olduğu zaman zaten eko sistem diye bir şey kalmıyor. Toprağın içindeki tuz çözülüp suya karışıyor ve sonra bu suyun boşaltıldığı topraklar tuza doyduktan sonra verimsizleşmeye başlıyor. İş bununla da bitmiyor, bir de dere yataklarının bozulması ve buna bağlı olarak bir dizi deformasyon meydana geliyor. Bu arada erozyonu da atlamayalım. Tabii bütün bunların sonucunda da çölleşen topraklar. Baraj kurulmayıp suyun doğal akışından enerji üretebilmek için de yine ağaçları katletmek zorundasınız. Tabii ağaçlar varsa... Ki, Çamlıhemşin buna en iyi örnek. Ayrıca, şimdi Karadeniz bölgesinde sadece Çamlıhemşin olmayıp bir kaç santral daha kurulacağını duyduktan sonra ‘‘acaba işin bu cephesini de düşündüler mi’’ demekten kendimi alamıyorum. Belli ki, hiç düşünülmemiş. Tabii bu arada Çanakkale'ye kurulacak olan termik santral de bir başka yürekler acısı durum. Üstelik Kazdağları'nın etekleri sayılan Çan'da çalışmalar başlamış bulunuyor. Linyitin en adisinden sülfür yüklü kömürün yanmasıyla elde edilecek olan enerjinin sonuçlarını düşünmek bile istemiyorum. Ne Kazdağı kalacak, ne Çanakkale. Bir de üstelik rüzgarın hangi yönden eseceği hiç belli olmaz. Mazallah yağmurla birlikte sülfirik asit olarak üstümüze düşüp sadece ağaçları değil, bizleri de katledecekler.İşte, böyle. Birşeylere sahip olurken bir şeylerden vazgeçmemiz gerekiyor. Gerekiyor ama, nelerden vazgeçeceğimizi çok iyi belirlesek iyi olacak. Yani kısaca, enerjiye olan ihtiyacımız yaşam enerjimizi yok etmeden acil çareler düşünüp daha doğru bir yol tuttursak iyi olacak diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku