Paylaş
İstanbul otobüsünün her saat başı geçtiği durak...
Haksız da değiller.
Konu özellikle sanat olunca, taşı toprağı "mevzu"dur/bağlantıdır/altındır İstanbul'un.
Denizi, dokusu, "cehennet"i ile çağırır.
Tepeden tırnağa "hayat"tır.
Onu duymazdan gelmek, tahayyüle almamak, bazen eksiklik, çokça hayallere ihanettir.
* * *
Ve göçülür İstanbul'a.
Sonra "iş gereği" gidip gelmeler başlar.
Yahya Kemal'in ironisi iner raftan:
"Ankara'nın en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorum..."
* * *
Gelenlerin/uğrayanların bazısı, yersiz "mahcubiyet"ini, Ankara'yı iltifata boğarak pansumanlar sanki.
Vefasından söz açar, "aydın"lığından, tertip-düzeninden...
Bazısı da, "Görmeyeli ne kadar değişmiş bu şehir"le zorlar, artık ekseni kayan muhabbeti...
* * *
İlk, orta, lise, üniversite, yani tüm öğrenim hayatı Ankara'da geçen İstanbullu yönetmen Sinan Çetin de uğradı geçenlerde.
Bir şaşırmış, bir şaşırmış ki, anlatamam.
O anlatmış zaten:
"Yıllar sonra Ankara'ya gelirken, uçağım Esenboğa üzerinde alçalmaya başladığında gördüğüm Ankara karşısında çok şaşırdım ve yanlışlıkla başka bir kente geldiğimi düşündüm.
Ankara'nın değişimine, güzelleşmesine inanamadım."
Yıllar sonra Ankara'ya uğrayanlar için Esenboğa pistine, Orhan Veli'den mülhem "Birazdan bambaşka bir şehir göreceksin sakın şaşırma" yazmalı da, o başka mesele.
Neyse...
Çetin şehrin güzelliğine inanamamış.
Gerçi Ankara'yı uçak alçalırken kuşbakışı görmüş ama, ben de bu tespitine inanamadım.
Deniz mi gelmiş, AOÇ enine-boyuna kenti mi kaplamış, Anadolu'nun Paris'i, Türkiye'nin kültür Başkent'i mi olmuş, metrosu demirağlarla mı örmüş şehri...
Somut örnek vermemiş, o yüzden bilemiyorum.
Ama ortak bir noktamız var.
Ben de artık bu şehri tanıyamıyorum...
Paylaş