Paylaş
Evde başucumuzda, arabada, toplu taşıma araçlarında, okulda, işte, -maalesef- meyhanede, kumsalda, parkta, sokaklarda, her yerde, her an yanımızda.
Tuvalette bile cep’le haşır neşiriz.
“Ne olmuş, ne mahzuru var” demeyin. Uluslararası gazete-dergi-kitap-bi şey okuma istatistiklerimizin, tuvalet alışkanlıklarımızdaki bu talihsiz (ve dış mihraklı) değişim nedeniyle dibe vurduğunu düşünüyorum.
TÜİK istatistiklerine göre bir günde okumaya ayırdığımız süre 1 dakika.
Cep telefonundan önce bu sürenin tuvaletteki “serbest zaman” nedeniyle, az buçuk fazla olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim.
Zira hemen her çaldığında cep telefonumu koşturarak aradığım, çoğu kez başka odalarda bulduğum için artık kendimi “bilge”, “cool” ve her konuda iddialı sayıyorum.
* * *
Adab-ı muaşeret’e son tekmeyi de cep telefonlarının attığına inanıyorum.
Şöyle bir bakıyorum; metroda, sokakta, her mekanda başkalarını yok sayarak bağıra çağıra konuşanlara...
O yüksek tonla, hayatının en gizli, en kuytu, en özel, hatta utanılası hâllerini naklen yayınlayanlara...
Ekrana kilitlendiği için etrafına bakmadan dosdoğru gidip, sağa sola çarpanlara...
Direksiyonda bile mesaj atmaya çabalayanlara...
Karşına oturup da o küçücük ekran dışında başka bir şey duymayan, görmeyen, başka hiç bir şeyle ilgilenmeyen hipnotize insanlara...
Edep ve adab-ı muaşeret konusunda nadide birikimimi, cep telefonundan sonra fark ettiğimi anlıyorum.
Öfke kontrolünü de adım adım o vesileyle öğreniyorum diyeceğim ama, online terapistlere -görüntülü- ulaşasım var.
* * *
Biraz geç anlıyorum, farkındayım.
Mesela bir dönem sokaklarda bağıra çağıra, ellerini kollarını savura savura konuşanları, kendi başına kahkahalanıp öfkelenenleri “mahallenin yeni delileri” olarak kabullenmiş, şefkatlenip sevecenlenmiştim.
Neden sonra fark ettim ki, meğer onlar kablolu-kablosuz kulaklıkla konuşan -eller serbest- cep telefonu familyasıymış.
Akıl sağlığını cebine koyup da karıştıran, bazen cebinden düşüren insan oranının artması da şaşırtmadı beni doğrusu.
“Vah vah” dedim tabi yine, içimdeki dondurucuda muhafaza ettiğim şefkatimi eksiltmedim.
O da bir bağımlılıktı sonuçta. Madde bağımlılığı...
* * *
Bir nefesle, bir yudumla başlıyor, Allah saklasın nerelere gidiyordu.
Cep telefonu öyle değil miydi?
İlk çıktığında, elinde anteni uzayıp giden takoz kadar telefonlarıyla General Patton gibi dolaşanlarla başladı mesele.
Sonra Motorola, Alcatel filan girdi devreye... Değiştirilebilen kapaklarının sarısına, kırmızısına, pembesine, mavisine, 8 melodilisine, titreşimlisine sardık.
Ardından polifonik melodi devrimi, “indir çalsın”lar ele geçirdi benliğimizi, stilimizi.
Telefonumuza nasıl bir melodi, şarkı yüklemeliydik ki, “cafe”de ortalığı inlettiğinde millet bizim cool, pop, rock, bohem, entel ya da romantik filan olduğumuzu şıp diye anlasın.
Yahut memleketten bir türkü koyduk mu, gelsin yan masa “Hemşehrim” diye kafa tokuştursun seninle.
Sonra değiştirilebilir telefon zilleriyle meşgul olduk bir süre.
Baba arayınca Türk Marşı, sevgili arayınca Titanic, kanki arayınca Kuzu Kuzu çaldı telefonlar.
"Alo" demeden, öyle ayarladık ses tonumuzu, hatta yalanımızı...
* * *
Şarjım yettiğince, devam edeceğim mevzuya.
Paylaş