Paylaş
Çocukluğumda okulda belletilen marşların yerini, gençliğimde farklı marşlar alsa da... Öyle.
Farklıydılar ama hepsi bir yerinden savaşa, bir şey için can almaya ve/veya bir şey için can vermeye değiyordu.
Her şey “marş”a, “slogan”a dönüşebiliyordu o koşullarda.
Türküler, şarkılar bile önce “sol”a ya da “sağ”a mal oluyor... Sonra hep bir ağızdan marş niyetine seslendiriliyordu.
* * *
1976 Mayıs’ıydı.
Hacettepe Üniversite Beytepe Kampusu’nun ilk öğrencileriydik.
Yeni taşınmadan kaynaklanan sorunlar vardı.
Kurufasulyeden kum, pilavdan taş çıkınca, bardak taştı.
Yemekhane protestosu için toplandı öğrenciler.
Sonra türküler başladı, elbet:
“Drama Köprüsü bre Hasan dardır geçilmez /Soğuktur suyu bre Hasan bir tas içilmez”.
Jandarma vardı kampüste.
“At martini de bre Hasan dağlar inlesin /Drama mahpusunda dostlar dinlesin” dizesine gelince, müdahale etti uzatmalı çavuş:
“Marş söylemeyin...”
“Bu marş değil, halk türküsü...” diye hınzırca diklendik.
“Türkü” devam edince dipçikle dağıtıldı kalabalık. (Henüz biber gazı icat ya da ithal edilmemişti)
* * *
Türküler de, “marş”, “slogan” niyetine söyleniyordu doğrusu.
Öyle ki, iktidar da şarkılara, türkülere siyasi “marş” muamelesi yapıyor, Ruhi Su, radyoda-ekranda komple yasaklanıyordu zaten.
Şenay’ın “Hayat Bayram Olsa” şarkısı bile bir grubun “marş”ı sayılmaktan kurtulamıyor, TRT’nin yasaklı şarkılar listesine giriyordu.
Kulaklardaki ve adımlardaki “rap rap” ritmi, şarkı bile oldu Cem Karaca’ya:
“Raptiye rap rap, zaptiye zap zap, rap rap...”
* * *
Etkiledi o “marş” formundaki müzikler bir nesli.
Kimi o müziği duyunca, -belki de hiç uzaklaşmadığı- o günlere dönüyor hâlâ.
Kimi o müziği, o sesleri tümüyle silmiş, kovalamış sevdiği türkü-şarkı biyografisinden...
Bense... Geçmişin o furyasına dahil olan/edilen, “slogan müziği” damgasını yiyen bazı türküleri, şarkıları temize çekmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
* * *
Mesela Ruhi Su.
Birinci Dünya Savaşı’nın, anasız-babasız ortada bıraktığı çocuklardan birisidir. “Öksüzler Yurdu”nda geçer hayatının bir bölümü.
Evet komünisttir, türkülerinin yanısıra, kitlelere mal olan marşları da söyler.
Saz çalışını yetersiz, “bas bariton” sesini “düz” bulanlar da olmuştur.
Lakin ben kendi hesabıma, Ruhi Su’yu çarçabuk derdest edenlerin, sanki hiç yaylaya çıkmadığını, bir yankı vadisinde haykırıp kendi sesinin geri dönüşünü -o uzun geçen saniyelerce- beklemediğini düşünürüm.
Sesinin basında gizlenen kuytularını, duygu kovuklarını belki fark edemediklerini...
* * *
Onun sesinde, aşkın, sevdanın taşlı, topraklı, dağlı-yaylalı başka bir hâline tanık olurum. Bazen mağlup, bazen ihtilalci hâline...
Ve akıbeti nasıl olursa olsun o sevda hikayesinin, onun sesiyle dervişçe gelir sanki finali:
“Arılar da konmaz oldu pürene, şükür olsun bu sevdayı verene...”
Ve benim için, aslolan türküleridir zaten.
* * *
Muzip, uçarı bir hâli de vardır türkülerinin.
Bazen “Dört yanım almış güzeller bi bir yandan /eğildim bir buse aldım bi bir yandan” der, gezinir...
Bazen, “Ben meylimi üç güzele düşürdüm / Onların aşkıyla aklım şaşırdı /Hangisinden yad eyleyim gönlümü, garip gönlümü” diyerek, hayıflanır:
“Birinin parmağı dopdolu yüzük, birinin kolunda sırça bilezik, büyüğünü sevsem, küçüğe yazık /Hangisinden yad eyleyim gönlümü, garip gönlümü...”
“Mah(al)lenin yakışığı” olarak seslendiği sevdalısıyla da Anadolunun bağrından gelir hınzırlığı:
“Çatık kaşına kurban, yalınız sana değil de arkadaşına kurban...”
* * *
O günlerde, Emek’te Yıldız Düğün Salosu’nda konser vermişti Ruhi Su.
8. Cadde ile eski 71. Sokak’ın kesiştiği köşede.
Dalgalı ak saçları dışında, gömleği, pantolonu, kundurası ile simsiyah, sahnede...
Bir ömür boyu çaldığı türküler, elindeki bağlamanın bağrında yol olmuş.
Pişmiş sanki bağlamanın bağrı, bronzlaşmış hafiften.
Mırıldansa bile basbariton nidası:
“Mahsusmahal derler kaldım zindanda...”
* * *
Ruhi Su öldü, 32 yıl önce 20 Eylül’de...
Belki daha yaşardı, amansız hastalığının tedavisi için yurtdışına çıkmasına izin verselerdi...
“Evlerinin Önü (Mersin)” türküsünü onun sesinden dinlememek, kayıptır.
Paylaş