Paylaş
Adam, “İstanbul’dan, meşhur Lion Mağazası’ndan aldım. Koskoca mağazada bir tane vardı” der, hediyeyi verirken:
“Avrupa malı, İstanbul’un hanımlarına bile kısmet olmadan, seni Bursa’nın en şık hanımı yapacak bunlar...”
* * *
Kadın bir süre konuşamaz sevincinden. Hemen giyer elbisesini…
Ardından bu kadar güzel bir kıyafete, dümdüz saçlarının yakışmayacağını düşünerek, Bursa’nın tek kuaförü Osman Nuri Bey’e gider.
Kuaför karşısında Hayriye Hanım’ı görünce önce şaşırır, sonra telaşlanır:
“Ama kızım” der, “Salı günleri gelmeyin diyorum hep size…”
Hayriye Hanım dinlemez, hevesle oturur koltuğa.
Bir süre sonra kuaförün kapısı açılır, genç kadın aynadan kendisinin tıpatıp aynısı bir başka kadının içeri girdiğini görür.
Döpiyesi, çantası, şapkası, ayakkabısıyla tüm detaylarıyla aynısı…
* * *
Mürüvvet’tir ince, uzun, çekik gözlü kadının adı.Tatar Mürvet...
Bursa genelevinde çalışmaktadır.
Salıları izin günleri olduğu için, yaşanmıştır bu acı tesadüf.
Yoksa karşılaşmaları, pek mümkün değildir.
Hayriye Hanım da, hatta evdeki konuşmalardan küçük oğlu da Kaya Bey’in akşamları çilingir sofrasında sudan bir bahaneyle olay çıkartıp, ortadan kaybolmalarının nedenini anlar.
* * *
Zeki Müren’i, babası kereste tüccarı Kaya Bey’in bu “dost ilişkisi”nden çok, annesinin üzüntüsü etkiler.
Boğaziçi Lisesi son sınıf öğrencisiyken ilk ilişkisini o da, oralarda yaşar. İstanbul’da Abanoz Umumhanesi’nde.... Adı, Fahrünnisa.
Onu babasıyla ilgili en çok sarsan, etkileyen şey, Mete Akyol’un yaptığı bu emsalsiz röportajda anlattığı bu olay değildir.
Daha derindedir.
Çocukluğunun küçücük zamanlarından gelir, baba sancısı, eksikliği...
Onu da, ölümünden 7 yıl önce Ülkü Erakalın’ın yaptığı röportajda anlatır:
“Ne yazık ki babam beni bir kez olsun sevmedi, benimle ilgilenmedi biliyor musun?
Ortaokulun ilk sınıfında iftihar kitabına geçmiştim.
O büyük ciltli iftihar kitabını binbir neşe ile evimize getirdiğimde heyecandan minicik kalbim neredeyse duracakken... Babam resmimin olduğu sayfayı açıp ‘Kereste tüccarı Kaya Müren oğlu Zeki Müren” yazan, altında o yuvarlak gözlüklü, lepiska saçlı saf yüzümü öpecek zannettim.
Öpmedi...
Şöyle bir baktı, normalmiş gibi davrandı ve bitmeye yüz tutan rakısını takviye için beni mahalle bakkalına yolladı.
Hiç unutmam, ayağımda kırmızı takunyalarım vardı.
Sevgi beklediğim büyük bir varlıktan, yani babamdan umduğum ilgiyi göremeyince yıkılmıştım.
İşte bu nedenle zannediyorum, babamı hiç sevmedim.”
* * *
Anne sevgisini ise, şarkılarında aramak, tonlamasından, sesinin tınısından hissetmek kafidir sanırım:
“Uyandım uykudan aradım seni /Sağıma soluma bakındım anne
Geceler çok soğuk, sessiz ve karanlık /Üşüdüm, üstümü örtsene anne
Anne, anne, anneciğim...”
* * *
Yaşasa, bugünlerde, 6 Aralık’ta, 83 yaşında olacaktı.
Tepeden tırnağa, güfteden besteye tümüyle kendi oluşturduğu o stiliyle, nasıl yaşlanırdı, pek canlandıramıyorum.
Ama başa çıkardı sanırım, ihtiyarlıkla da:
“Geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün /Ak pak olmuş saçlarımla bîkarar oldum bugün…”
* * *
Röportajları okudum, dilim yettiğince paylaştım.
Bir yanda Can Yücel’in, "geldi mi hep gidici" diye anlattığı "o çapkın" babası; “Hayatta ben en çok babamı sevdim”i…
Öbür yanda, duygularıyla yaşayan, duygularıyla yazan, çizen, söyleyen, hatta giyinen Müren’in “Ben babamı hiç sevmedim”i.
Bundan ibaret olmasa da, onu Zeki Müren yapan hayat…
Aklıma Murathan Mungan’ın “Sahtiyan”dan o dizesi düşüyor:
“Artık her çelişkide bir dram güzelliği, bir ağıttan silkinen tragedya inceliği (...)
yani ki eksik babalardır bazı çocukların bütün eşcinselliği...”
* Tomris: Zeki Müren’in çocukken oyuncak bebeğine verdiği isim. İsmin, “tomur ve demir” kelimelerinden kaynaklandığı söylenir.
OSMANLICA'DAN OSMANLI ÖFKESİNE...
OSMANLICA'nın zorunlu ders olması önerisiyle ilgili tartışmaları takip ederken...
Çifte Osmanlı bir başka vaka, gündeme yerleşti.
Osmanlıspor Teknik Direktörü Osman Özköylü, basın toplantısında gazetecilerin üzerine yürümüş. İnternetten izledim.
Öfkesinin gerekçesi de, bir kadın gazetecinin "kendine güldüğü" iddiası... Neden gülmüştür, kime gülmüştür, gülmüş mü yoksa gülümsemiş midir... Bilemem. Ama kahkaha atmadığı kesin.
De ki, öyle gülümsemiş olsun...
Gazetecilerin sorularına köpürmek yetmedi, yüz ifadelerini de mi kriz bahanesi yapacaksınız?
Sonra da, "Hocam" hitabıyla, saygıyla, araya giren gazetecilerin, güvenlik görevlilerinin -kibarca- yatıştırma çabalarına rağmen...
Onların elini, kolunu öfkeyle, neredeyse "Bırakın döveceğim" ataklarıyla, iterek...
Bir kadın gazetecinin üstüne yürüyüp, parmağını burnuna sallaya sallaya bağırıp-çağırmak ne ola?
Çıkan haberlerden, basın meslek kuruluşlarının tepkilerinden öğrendiğime göre... Maç sırasında da top toplayıcı çocukla itişmiş.
Öfke kontrolü herkes için geçerli...
Futbol insanları, profesyoneller için ise bilhassa gerekli.
Bunun hakkı-hukuku olmaz.
"Osmanlı öfkesi" gibilerinden, bir ayrıcalığınız, "serbestiyet"iniz olacağını da sanmayın sakın.
* * *
Dün yazımda ayrıntılı olarak değerlendirmeye çalışmıştım; Osmanlıca'nın seçmeli olmasına itirazım yok.
Ama "zorunlu" olması önerisine karşı, "itiraz" kelimesi kifayetsiz geliyor bana. (Belki de amaç, zorunluyu gösterip, seçmeliye razı etmektir)
Hele gerekçenin, "dedenin mezartaşını okumak" gibi, atadan-dededen-damardan bir dürtmeyle özetlenmesi...
Aklımdan hüzünbaz düşünceler geçiyor.
Hepimiz öleceğiz ve mezartaşımızı başkası yaptıracak, üzerini başkası yazdıracak.
Artık ne, ne kadar, nasıl yazarsa...
Okursa, başkaları okuyacak.
O taş "ben" olsam da boş, "benim" olsa da:
"Bir garip ölmüş diyeler /Üç günden sonra duyalar /Soğuk su ile yuyalar /Şöyle garip bencileyin."
Paylaş