Paylaş
Yalnızlıktan, inzivadan, yanında/yakınında konuşan birisinin olmamasından söz etmiyorum.
Yalnızlığın da lüks geldiği zamanlar çoktur elbet... Ama kastettiğim, sükût değil, sessizlik.
Yani sadece kalabalığın değil, ses çıkaran hemen herşeyin uzağında, neredeyse dışında olmak.
* * *
Şehir hayatında sessizlik, gürültüden uzak olmak öncelikle...
Lâkin ne mümkün.
Mevzu gürültüyse, ses hızının ışık hızından az olması laf-ı güzaftır.
Zira gürültü, kapanmayan deliğidir şehir/apartman hayatının.
Pencereyi “pen”lesen, doğramadan sızar. Kapıyı kapatsan, bacadan...
* * *
Çare bazen gecedir. Ve geceyi, sessizliğin kıdemli yavuklusu olduğu için de seversin.
Cemal Süreya gibi, “keşke yalnız bunun için sevseydim” diyeceğim ama... O başka bir mevzu.
Gece, sesler birer birer çekilir aradan.
Lafın gelişi (farz-ı muhal); komşunun dede yadigarı karyolası, iki kere gıcırdayıp, durursa... “Ahmet Beyler yattı” dersin.
Gıcırtı saatin 22.00 ding-dongları gibi devam ediyorsa, bir şey demezsin mahremiyet adına...
Sonra üst katta Vasfiye Teyze, elde yıkadığı bulaşıklarını kaldırır. Cezveyi yine düşürür yere... Süleyman Amca uyur, öksürük nöbetlerinin ardından.
Gececilere, öğrenci evlerine very very fast-food taşıyan teypli motorlar kaybolur sokaktan.
Doğan görünümlü Şahinler, yenice BMW görünümlü epey eskice BMW’ler ve bilcümle markaları kesik ekzosların, kurdunu döker, driftini atar.
Bobi son kez havlar, o hengamede...
Şehrin dolanan/dolaşan sesler susar.
Gecenin köründe, şehrin bir makine gibi kendini sürekli üreten mutat sesini sessizlik sayıp, o “sesli sessizlik”te mutlu olur, Sound of Slience’ı dinlersin.
* * *
Fakat zordur, gecenin o saatlerine uzanmak.
Her iş, her bünye kaldırmaz.
Kalabalıklar sabaha ayarlıdır zira.
İş-güç, “Bir kahve içelim” gündüze ayarlıdır.
Oysa gündüz bize hep aynı şeyleri öğretir. Gece, başka.
Ama o da başka mevzu, belki başka yazıya...
* * *
Hayatını geceye/geceyle uzatamıyorsan...
Yahut uzaklaşamıyorsan şehirden...
Şehir insanı gürültü bağımlısı da yapar.
Sessizliği yadırgadığı için, seyretmese de televizyonu gece lambası gibi açık bırakan nice insan tanırım.
Maksat bir ses olsun.
* * *
Mutlak sessizlik zor artık.
Alıp başını gitsen de, zor.
Nereye gitsen, ayak seslerini yanında götürürsün.
Sanki şehrin sesi üzerine sinmiştir, ya da bulur seni ta o uzaklıkta...
Mutlak sessizlik belki şart da değil zaten.
Bazı sesler, sana sessizlik gibi gelir. Eğer onu arıyorsan...
Sessizliğin ve onunla dövüşmeyen sesin, insana hoş gelen halleri vardır çünkü.
Sessizliğe yakışan, sessizliğin ayrıcalığını kuvvetlendiren sesler...
Cırcır böceği, rüzgarla yaprakların hışırtısı, saksağanın, baykuşun gece ötüşü...
Doğanın saf, pür sesi, sessizliği bozmaz, sessizliğe yakışır.
Kenar süsüdür, sessizliğin.
Ve diğer sesler çekilince, geceyi kanıtlar.
Sessizlikte duyarsın, öyle sesleri...
Öyle ki, -İlhan Berk’ten mülhem- iyice dinlesen, ağaçları, ormanları bile büyürken duyarsın.
* * *
Ve yağmur, rüzgar tabi...
Yağmurun tıpırtısı, şehrin getirdiği ve sessizliğin içinden sıyrılan uzak sesleri bastırır.
Otoyoldan kilometrelerce uzağa ulaşan vınlamaları maskeler, kendi müziğini çıkartır önplana.
Yağmur kuvvetli sağanağa, rüzgar fırtınaya dönüştüğünde bile bence o ses, gürültüye değil, sessizliğe akraba bir sedadır.
Onun senfonisi de herşeyi perdeler.
Hasıl-ı kelâm; doğa seslidir; ama sessizliğin büyüsünü bozmaz.
Herhal, “beyaz gürültü” dedikleri ona benzer bir şeydir.
Eğer pür beyaz diye bir şey varsa...
Paylaş