Selviye konan Karadenizli

ANKARA’ya denizi, bu kısa ömrümüzde anca müzik, şiir, sıkı bir film getirir. Yani ben öyle hissediyorum...

Haberin Devamı

Başkanların, başkan adaylarının derya-deniz -buldumcuk- vaatleri seçimlere kalsın... Hepsi, laf-ı güzaf.

Ama bazı insanlar denizin sesini, nefesini getirebiliyor bozkıra.

“Denizin çocuklarından, dağların çocuklarına selam” götürüyor...

Getiriyor da, yaşlanamadan, hatta yaş alamadan gidiyor bazen.

Eğer müziği, şiiri varsa öyle veda edenlerin...

Onların ölümü de asla ihtiyarlamıyor bellekte.

* *

Dokuz yıl olmuş, Kazım Koyuncu hayata veda edeli. 25 Haziran 2005...

Ama dün gibi geliyor bana. (Her hüzün belki dün gibi zaten, bir zamandan sonra)

Yüzü, (gün)yüzüne vuran şarkıları, türküleri henüz anı olamayacak kadar taze belleğimde...

Anı dediğin ne ki zaten, bazen bir kelime.

Selviye konan Karadenizli

Haberin Devamı

Bazı insanların yüzü bile bir şeylerin hissedildiği, öğrenildiği bir yer, bir kasaba, bir şehir, bir ülkedir sanki. En çok da hüznün...

Arada tebessümünün, -akciğer kanserine rağmen- Karadeniz’in nazlı güneşi gibi doğduğu, sevgili duru hüzün.

Üzerinden hafif dökülen Trabzonspor eşofmanı ve belki herşeyi özetleyen o cümlesiyle:

“Çok fiyakalı bir hastalığa yakalandım baba, dert etmeye gerek yok...”

Ve beresi; Koyuncu o çok sevdiği saçlarını kemoterapinin usturasına bırak(a)mamış... Öncesinde kazıtmış.

Geçirmiş beresini başına, almış omzuna “şair ceketi”ni, ki ölüme değil hayata dair bir şekil, duruş olsun.

Grubundaki kardeşleri de kazıtmış saçlarını... Elden ne gelir başka...

* * *

Kanser erken yakaladı, bastırdı 34 yaşında, hızlı sardı.

Yaşasa, hayde hayde 43 yaşında olacaktı bugün. Olamadı...

“Ha konser, ha kanser” dedi gülümseyerek, son ana kadar söyledi türkülerini.

Hep aydınlıktı yüzü. Tebessümde...

Edip Cansever, “Senin yüzünde gülmek var /Bakınca bir yaşama ordusu çıkıyor aydınlığa” der ya.

İşte öyle...

* * *

Giderayak, “Hayatım ve sağlığım nere giderse gitsin daha da gıcık, illet, muhalif, deli olmaya devam edeceğim” dedi.

Lazcayı ezgilerine taşıyıp, “Birbirimizi anlamamız için, aynı dili konuşmamıza gerek yok, ezildikten sonra, hepimiz aynı şarabız...” demesi de aklımda.

Haberin Devamı

Ki, sevgi, hasret sözcükleri her dilde, neredeyse telaffuzuyla bile melodili...

* * *

Karadeniz türkülerinin nakaratında son hecenin söylenmeyip, son kelimenin yarım kalması da ayrı bir hikaye imkanı.

“Kız senin sebebine kaldım İstanbullarda, kaldım İstanbu...” gibi.

Bu yarım kalma, o güzelim yuvarlama durumunun hikayesini duymuştum. Belki şehir efsanesi...

Türkülerin son dizelerinin yarım kalması, coğrafyadanmış.

Karadeniz dik yokuşlu, keskin yamaçlıdır ya...

Sırtındaki çay, fındık çuvalını türkü söyleyerek taşıyan Karadenizlinin son dizeye soluğu yetmezmiş.

Eh, serde tezcanlılık da var...

O kelimeyi yarım bırakıp, ritmi aksatmadan geçermiş öbür dizeye.

Haberin Devamı

Hani dar yerlerde, zamanlarda sanki yağmura yakalanmadan bir telaş oynanan, oynandığı yerde de 40 yıl ot bitmediği rivayet edilen “deli horonu” gibi, bir bakıma.

* * *

Son ana kadar konserlerini sürdüren, hayatının yarım kalacağı muhakkak dizelerini solan akciğeriyle yarım solukta seslendirip, durma ötekine geçen, “rüzgarla yarışırken, koşamaz olan” Koyuncu gibi.

Öleceğini bilerek söyledi, o türküsünü:

“Yüksek dağın kuşuyum da /Selviye konacağım”

Kondu, selviye; koyu-kara yeşiliyle mezarlıkların en hüzünlü, yüksek ağacına...

Yazarın Tüm Yazıları