Paylaş
Katil, ifadesine göre onu önce saçından kavrayıp yere savurdu.
Baktı kalkıyor, “karnına ve göğsüne iki-üç kez” tekme attı.
Yine ifadesine göre, “tekmenin birisi yüzüne de gelmiş olabilir”:
“Boynunda kan gördüm, bir tekme daha vurdum...”
* * *
Koridorda hareketsiz kaldı, 20 yaşındaki genç kız...
Sonra arkadaşı Fatih’i aradığını söyledi katil.
Belki böyle işleri bilen biriydi Fatih... Çünkü katilin iddiasına göre, “Kızın tırnaklarında kimliğini bırakmışsın, ellerini kes” de demişti. Kimbilir…
Onunla konuşurken Özgecan bir kez daha doğrulmaya çalıştı.
Katil “elinin tersiyle” onu bir kez daha yıktı yere...
* * *
Sonra katil, basına yansıyan ilk ifadesine göre henüz “ölü olup olmadığını bilmediği ‘bayan’ı” Fatih’e gösterdi.
O ana kadar ki “iteklemeleri”, ona “ölüme neden olacak kadar” şiddetli mi gelmişti zaten?
Kimbilir, kendi ifadesi. Dava yargıda...
* * *
Babasının evinin de olduğu mahallesine geldiğinde, kontrol etti genç kızın yaşayıp yaşamadığını. (Yani “ona yaptıkları” nedeniyle, yine ölmüş olabilirdi)
İfadesine şöyle devam etti:
“Hızlı bir şekilde nefes aldığını gördüm. ‘Fatih, yaşıyor, nefes alıyor ama boğazında kesik ve kan var’ dedim. “
Katilin bıçağı hazırdaydı zaten; “otobüsün sol kapı gözünde”, yani sol elinin altındaydı hep.
Hani bir durum, bir yan bakan olursa trafikte, her zaman lazım...
Aldı oradan bıçağı hâlâ yaşayan genç kızın “boğazına, boynunun şah damarına doğru soktu”...
Sonra “bir iki defa daha boğaz tarafına...”
* * *
“Bıçağı ön tamponun içindeki boşluğa koydum.
Bu sırada hâlâ araçta bulunan ‘bayan’dan hırıltılı bir şekilde nefes alıp verme sesi ve öksürük sesi geliyordu ve yaşıyordu...
Fatih ön tampona koyduğum bıçağı bana verdi.
Kapı açıktı. ‘Bayan’ın iki elini de bileklerinden kestim.
Tam araçtan inerken babam yanımıza geldi.
‘Arabadan ses geliyor, hırıltı geliyor’ dedi.”
Elleri kesilirken de, sağ mıydı Özgecan?
* * *
Ormana gittiler, Fatih, babası, “hep birlikte”:
“Araçta hırıltı sesi yoktu…”
Sonra katil yaktı kızın bedenini…
Özgecan Aslan otobüse bindiğinde saat 20.05’di.
O kadar darbın, darbenin, tekmenin, bıçağın ardından 21.30’da hâlâ yaşıyordu. O üç erkekten birisindeki bir vicdan kırıntısı, ideolojilerinden öte bir "sağ"duyu hâlâ kurtarabilirdi onu belki...
Lafı bile olmadı... Yakıldığında saat 22.00’dı.
* * *
O korkunç cinayetin, medyada yayınlanan o korkunç ifade tutanağından hareketle yazdığım…
Yazarken, tarifsiz duygularla, mesleki, etik endişelerle, ilkelerle bazı cümlelerini sildiğim…
Sonra “kontrol z” tuşuyla geri aldığım…
Bu satırlar için, hatta katilin yayınlanan ifadesi için, özür dileyebilirim okurdan, o gencecik, çocuk gözlü kızın ailesinden, yakınlarından, onu tanıyanlardan.
Dilerim…
Ama içten olmaz, sanki.
Sanki, doğru da olmaz.
Gönlüm de, kalemim de elvermez.
* * *
Çünkü üç erkeğin rahatça, sanki bir alışkanlıkla el ele verdiği böylesine bir vahşetin, şiddetin bazen en çıplak haliyle bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.
En çıplak haliyle olsun ki; sadece bilmeyin, hissedin de…
İliklerinize kadar hissedin de, okurken acı çekin, içiniz yansın.
O da, onlarca kadın da öyle acılar çekti, öyle öldürüldü, öyle yandı genç ömürleri…
Öyle hissedin, hissedelim; çünkü bu okuduğumuz sadece “bir haber” değil.
“Ne olacak bu memleketin hali” de değil…
* * *
Hürriyet Sosyal'de önceki gün, katil ve kurbanın gözlerini, aynı karede paylaşmıştım.
Bazı okurlarımız bu “etki”yi içselleştirip, duyguyu paylaşırken…
Bazı okurlarımız da, “katil” sıfatının yeterli kalmadığı o “şahıs” ile o güzelim, kardeşimiz/evladımız kurbanın fotoğrafının “aynı karede” yer almasını eleştirdi.
“Laf olsun torba dolsun” türünden olmayan her eleştiri, iyidir. Edebi-adabınca olması daha da iyidir.
Olmasa, belki bu yazı da olmazdı.
* * *
O iki “göz”ün aynı karede yer aldığı fotoğrafa dönersek…
Böylesine tanımı bile zor bir vahşet karşısında iliklerine kadar rahatsız olmak, iğrenmek, o kareyi hiç unutmamak mı...
Yoksa ellerini yüzüne kapayıp, gözünü kapatıp bu karelere bakmamak mı...
Yahut vahşeti “katlanılabilir haliyle sunan” bir resimden izlemek mi...
* * *
Katil ve kurbanın fotoğraflarını ayrı koymakla, hayatın her alanında yüz yüze gelebilen katil ile kurbanı ayırabilecek miyiz.
Onları o karede ayırmakla, o vahşeti daha katlanılır kılıp, teselli mi bulacağız…
Yoksa böyle bir vahşetin –varsa- az biraz tesellisi, sadece adaletle ve yeni yasal/toplumsal/kültürel düzenlemelerle mi sağlanır?
Öyleyse… Böyle bir vahşetin ardından, devlete yeni sözler söyletecek, yeni düzenlemeler yapmasına yol açacak “etki” nasıl yaratılır?
Devletin, toplumun canının iyice yandığını, o toplumsal infiali algılamasıyla mı… Dank, etmesiyle mi?
* * *
Resimleri ayrı koyup, böylesine bir vahşeti biraz olsun temize çekebilecek miyiz?
Katlanılır mı kılacağız; rahatça bakmak için…
Özgecan’ın yakınlarının, bizim temize çekilmiş, katlanılır hale gelmiş duygularımıza, şefkatimize değil, adalete ihtiyacı var.
Ve bir daha böylesi olaylara karşı daha duyarlı, daha etkili bir devlete, topluma, adalet sistemine...
Ki, Özgecan öldükten sonra... Başka çocukların, kadınların hayatı için evlatlarının bir milat olduğunu bilsinler.
Evladının organlarıyla başkasını yaşatan ana-babalar gibi, teselliye benzer duygular yaşasınlar.
* * *
Eğer yazımdaki satırlar, önceki gün paylaştığım böyle fotoğraflar daha çok acı çekmemize neden oluyorsa…
İyidir. Günahı-sevabıyla, kabulümdür...
Evet… Daha çok acı çekmeliyiz. İğrenmeliyiz… Uykumuz kaçmalı, kabusumuz olmalı...
Ki acımız, sonuna dayanan sabrımız, yüzümüzden, bakışımızdan, tavrımızdan belli olsun.
Biz de yüzleşelim artık acılarla, devlet de…
* * *
Yarın, bir hayvanın bile avına yapmayacağı şeyleri yaptığı kurbanından, ifadesinde sürekli “bayan” diye söz eden katille devam edeceğim.
Ben yazarken rahatsız, siz okurken…
Paylaş