Paylaş
Eskiden içerideki ölümcül hengame ölümlülere görünmesin diye, camları kirli beyaz yağlıboyayla kabaca sıvanan acil servisler, ambulans pencereleri gibi...
O kalın buğu görüşü kapasa da, ölümü düşünmene engel değil.
Abartmazsan dert de değil. Bazen daha ileri gidip camın buğusunu ovalamaya çalışman bile, çoğu zaman sıradan bir deliliğin alt edilebilir emareleri..
Ama o buğulu cam onu her an “görmeni”, iliklerine kadar hissetmeni, hayatının tüm okumalarını ölümlü olma bilgisi üzerinden yapmanı önleyebiliyor.
Her sabah seni uyandıran cep telefonu alarmı, “Her fani ölümü tadacaktır, sen de öleceksin” diye fısıldamıyor yani.
O sayede, ömrünün önemli bir bölümü “henüz çok erken”le geçiyor, son dilimleri de “daha zaman var moruk”la...
Zira ölümle aranda o buzlu cam var.
Hele ölüm olunca mesele, içinde koç gibi, gerçekleri görmekten kaçma refleksi, itiyadı var.
* * *
Öyle olduğu için ağır anksiyetelerin, melankolik zelzelelerin, hatta majör depresyonların uzağında kalıyorsun.
“Bu akşam ölürüm, beni kimse tutamaz” çığlığı, nakaratına hoplaya zıplaya katıldığın bir şarkı gibi yansıyor sana.
Ölüm, aranda o buğu varken, “Ben varken o yok, o varken ben yokum...” kadar basit.
Olur a, tam o an öleceğini sezsen bile, senden geriye kalan nida; “Usulca bir ah, ölüyorum eyvah”.
* * *
Yakınımıza, can evimize isabet eden ölümlerde ise o tablo değişiyor.
Kendi ölümümüzün ardından düşünemeyeceğimiz, artık yaşamadığımız için -şükür ki- hissedemeyeceğimiz duygular, üşüşüyor başımıza.
Hele zamansız, erken ölümlerde... “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon”. (¹)
Parmağı, kolu kopuyor sanki insanın, yokluğuyla kendini durma hatırlatıyor.
Bir şey hep eksik, artık.
Birlikte yaptığın şeylerde çolak, birlikte gittiğin yerlerde topal kalıyorsun.
* * *
O ana kadar kendi ölümümüzden -bir şekilde- azade, yalnızca sevdiklerimizi kaybetme korkusuyla yaşamışız.
Başkalarının ölümüne, o endişeye odaklanmak, kendi ölümümüzü sonralara bırakmış. O uzun sürmesi -ayıp bir sırrı saklar gibi- beklenen, belirsizliğe...
Lâkin öyle kayıplarda o kalın buğu çözülüyor, bir anda açılan perde gibi ölümle yüzyüze getiriyor insanı.
O mutlak yokluk, anlatıyor ölümü.
“İşte böyle” diyor.
* * *
Kadim arkadaşım Reha’nın ölümünün ardından bir rüya görmüştüm.
Salonda oturuyorum, bir bakıyorum karşımdaki koltukta Reha.
Çok şaşırıyorum, çok da seviniyorum elbet.
“Nasıl döndün, nasıl geldin?” diye soruyorum, hevesle.
Hüzünle gülümsüyor:
“Ben gelmedim ki oğlum, sen geldin...”
O an fark ediyorum ki, ben (de) ölmüşüm. “Oraya” gitmişim.
Cep telefonuma bakıyorum, ekranı açık.
Hemen karımı aramaya çalışıyorum, haber vereceğim tabi; “Maalesef ben öldüm, şimdi öldüm” filan diyeceğim.
Tuşa bastığım an, ekran kararıyor... Kapanıyor telefon.
* * *
Annemle babamı da görüyorum ara sıra rüyalarımda.
Bazen benim kadar “genç”ler, bazen son virajlarındaki en ihtiyar hâlleriyle...
Mutlu, huzurlu görünüyorlar genelde, güzel rüyalarla gözlerimi nemlendiriyorlar. (O da bilincimin bir savunma mekanizması herhalde)
Belleğimden bir dua gibi, Attila İlhan’ın dizeleri geçiyor:
“İnsan annesi ölünce anlar
içindeki çocuğun /hiç ölmeyeceğini
aklına geldikçe kahrolur
bunu anlamakta
neden /bu kadar geciktiğini...”
(¹) Sezai Karakoç
Paylaş