“BİR süre, gençlikte özellikle talihin senden yana olduğunu sanabilirdin, bazen senden yanadır da gerçekten.
Ama senin farkında bile olmadığın ve senin aleyhine işleyen birtakım ortalama hesaplar ve kanunlar vardır, her şeyin yolunda gittiğini sandığın zamanlarda bile... Bir gece, sıcak bir salı gecesi o ayyaş sen oluverirsin, sensin o ucuz pansiyon odasında olan, ve daha önce o odalarda olmuş olmanın da bir yararı olmaz. Daha da kötüdür hatta, çünkü bir daha bu duruma düşmemeye karar vermişliğin vardır. Bir sigara daha yakmaktan, bir içki daha içmekten, o sıvası dökük duvarlarda bir çift göz, bir çift dudak aramaktan başka bir şey de gelmez elden. (...) Yaşamak ölmekten daha çok cesaret gerektirir bazen. Karayolunda seyreden arabaların ışıklarını görebiliyorum. Sonu gelmeyen bir ışık akışı. Bu kadar insan. Ne yaparlar? Ne düşünürler? Hepimiz öleceğiz, hepimiz, ne sirk! Bunu bilmek birbirimizi daha çok sevmemiz için yeterli bir neden olmalı, ama değil. Son derece önemsiz şeyler bizi dehşete sürükleyip dümdüz ediyor, yutuyor. (...) Ekmek parası için çalışıyorum diyene, maaşını un ile ödeyeceksin, istediği kadar ekmek yapsın...” * * * Charles Bukowski öleli, 16 yıl olmuş. 74 yaşında öldü. Hayatı çok zor ama bildiğince yaşadığı, ötesi yazdığı gibi yaşadığı düşünülürse, 74 yıl az değil. Hayatı yok saydığına değil, sanılanın aksine önemsediğine inanırım. Ama “ömrü” değil, hayatı... Hayatın bir “sirk” olduğunu, ölümlü olduğumuzu bilmek, gerçekten bir çok şeye sevgi ile bakabilmek için yeterli bir neden. Peki ya bu pürtelaş koşu, sevgisizlik, bu kötü tohum? Zor katlanmak. Ondan belki bu vesileyle yine Bukowski okuyorum: “Hayat ile sanat arasındaki fark, sanatın daha katlanabilir olmasıdır...”