Paylaş
Kitap okurken, dizlerimin arasından kafasını uzatır sayfaları koklardı mesela. O kara burnu, nemli bir kitap ayracı gibi sayfaların arasında...
Merak vardı gözlerinde. Hatta duyularının her zerresinde, o iflah olmaz duygunun kıpırtılı heyecanı vardı.
Sahibinin ilgi duyduğu, getirdiği, eve, dolayısıyla onun (da) hayatına taşıdığı herşeye yönelik bir ilgi...
Çünkü o -kendince- benimle vardı.
* * *
O gülemiyordu. Gamzesi yoktu, ağız kıvrımı gülmeye tasarlanmamıştı çünkü...
Ama ben gülünce anlıyordu. Kuyruğunu sallıyordu keyifle.
O ağlayamıyordu da; yani gözünden yaş akmıyordu. (Biz insanlar bir canlının ağladığını anca gözünden yaş akarsa anlarız)
Ama inliyordu, rüyasında bazen. İrkiliyordu...
Ve ben hüzünlüysem, o da ana rahmindeki figür gibi kıvrılıyordu, ayağımın ucuna.
Susuyor, kıpırdamıyordu; ben yeniden neşelenene dek.
O, hüznü de, sevinci de benimle “eş ruhlu” yaşıyordu.
Ve bütün bu özellikleri, sınırlı zihni, onun herşeye “merak”ını sevimli kılıyordu.
Çünkü her merak, sevimli gelmez insana.
* * *
Ben merak ve özgürlüğün değerini, bazen birbirini nasıl beslediğini izliyordum köpeğimden.
Dışarıdan duyduğu her havlamada, tüm bedeni titreyerek pencerenin önüne koşuşturmasından...
Perdeyi o Boxer’lara has basık-kara burnuyla, her seferinde yepyeni bir merakla aralayıp, dışarı bakmasından...
Ve dönüp bana; “Ben de çıkabilir miyim baba” bakışından anlıyordum.
Tümüyle özgür olası, dağ bayır koşası, zıp zıp zıplayası, herkesi sevesi/sevilesi bir canlıyı, böylesine evcilleştirmek, dizimin dibine almak, bir nevi hapsetmek dokunuyordu bazen bana.
Ama dışarısı meraklı canlılara dar.
Bazen yasaktır merak.
* * *
Hayata dair yanıtları çok olmasa da, belki o yüzden hiç dinmeyen merakına özeniyordum.
Biz geleceği ve başkalarının hayatını merak ediyoruz, o sadece o “an”ı...
Onun merakı o nedenle daha hesapsız, daha sevdiğine, dünyaya dair, daha “insani” geliyordu bana.
* * *
“İçinde acaba ne var” gibilerinden kafasını didiklediği plastik ördeği, kemirilmiş topu, ortalıkta yoksa mutlaka arayıp bulduğu yastığı, kışın ucundan çekiştirip örtündüğü battaniyesi, gezmeye giderken ağzında kendi taşıdığı tasması, mama-su tasından ibaret “malvarlığı” ile mutluydu.
Birlikte balkona çıkıyorduk mesela.
Bir kız çocuğu geçiyordu sokaktan.
“Önüne bak, zıplama. Önüne bak...” diyordu yanındaki yaşlı kadın, “Zıp zıp zıp... Ne anlıyorsan....”
Kız duruyordu, ama büyükannenin asırlık nasihatine uyduğu için değil.
Merakla bize, Ugly’ye bakıyordu.
Bakıyordu ki, o da balkonda zıp zıp...
* * *
Çokça tekir, az Bengal bir kedi de aşağıda arabanın tavanına uzanmış.
Ugly heyecanla kuyruğunu sallıyordu kediye...
Torununa söylenen yaşlı kadının, yattığı yerden bakışlarını aniden üzerlerine çeviren kediye de söylenmesini bekliyordum bir an.
“Merak, kediyi öldürür” demesini mesela...
“Önüne bak” diyordu, yaşlı kadın yeniden. “Önüne bak”...
Yürüyüp, küçük kızın yeniden ront adımlarına dönüşen zıplamalarıyla gözden kayboluyorlardı.
Merak çocukta büyüyen, yaşlıda solan bir şey herhal...
Paylaş