Paylaş
İlk duyduğumda, anlamını bilmesem de bir çok düşünce geçmişti aklımdan. Hoş düşünceler... (Tek sevimli hayalet Casper değildir)
Fazla vurgulanmadan, göze/kulağa sokulmadan çalınan notalara veriliyormuş bu ad.
Yani varlığıyla değil, bir anlamda yokluğuyla o şarkıya, o ritme lezzet, derinlik veren notalar...
Ve anladığım kadarıyla, özellikle bas ve davulda geziniyor hayaletler.
* * *
Bas derseniz, bas gitar derseniz “slap”ları, sololarıyla hep farkındaydım o mucizenin.
Led Zeppelin, Deep Purple, King Crimson, Blact Sabbath, The Eagles, The Doors, Ummagumma ile Pink Floyd’la geziniyordu, çocuk yaştaki hayallerimiz.
Money, Black Dog, Black Night, “bas”ıyla da çörekleniyordu kulaklarımıza...
* * *
Ortaokuldayken ilk çalmayı istediğim enstrüman bas gitardı.
Lakin, bunun için bir bas gitar gerekiyordu önce...
Yükte, pahada ağırdı alamadık, ben de “çalamadım”.
* * *
Mahalle ve aile ekonomisi anca melodikayı üflememize imkan veriyordu.
Dayım ve annem alaylı akordeon üstadıydı gerçi.
Evdeki Hohner akordeon ilkokulda bir süre ilgi odağım oldu, ama o enstrümanla ten uyuşmazlığı yaşadım sanırım.
Melodikanın ise her parçadan sonra geniz temizleyen alaylı tenor misali, bir “tükürük” meselesi vardı.
En kolayından “(Bir şarkısın sen) Samanyolu”nu çalıyorduk misal... Sonra ağızlığını çıkar, düğmesine bas salla ki, melodika ifrazatını boşaltsın.
Eh... Romantizmi gölgeliyordu biraz.
Hem hangi kız çocuğu, “Sevgilim melodika çalıyor” diye övünebilirdi ki...
O nedenle bizim mahalle “enstrümansız” daldı aşka.
Notaları, tende aradı. Kulaktan dolma...
* * *
Yıllar geçti.
Oğlum -kendiliğinden- bateriye yöneldi önce. Çaldı da, bir güzel...
Ki bence her çocuğun eline bir trampet, her ergenin eline bir dönem vurmalı çalgılar geçmelidir. (bkz: Teneke Trampet filmi)
Çünkü perküsyon, en eski mucizedir.
Ve her insanın içinde tam-tamların çaldığı bir dönemi vardır.
* * *
Ama sonra birden bıraktı bateriyi.
Sınıfın en parıltılı, en konuşkan kızıyla çıkmış da, bakmış, olmamış gibi...
“Bas gitar”ı aldı eline. Gezindi önce 4, sonra 5 telinde... İyice yerleşti.
Daha da bırakmaz.
İyi ki bırakmaz...
* * *
Bir enstrüman çalmak... Hatta bırakın çalmayı, kendince tıngırdatmak... Çok kıymetli.
Yalnızlığın panzehiridir çünkü. Aslında kalabalığın, kalabalıktan -bir an- uzaklaşabilmenin de...
Onun temasına, onun kucağına bıraktığında kendini... Ya da onu kucağına aldığında... Değişir her şey.
Alem buysa, kral belirsizdir o an.
Binersin tellere, tuşlara, bagetlere... O yalnız, o tek sesli hâlinden, çok sesli duygulara hareket edersin.
Çok sesli bir içişleri önemlidir.
Bizim hiç enstrüman çalan devlet büyüğümüz olmadı... Değil mi?
Belki de yalnızlıktır, kalabalıktaki yalnızlıktır, liderlerin tüm çaresizlikleri...
* * *
Arkadaştır enstrüman; senin açtığın mevzulara, maharetince karşılık verir. Konuşkandır.
Ve gittiğin yere, teklifsiz gelir.
O nedenle taşınabilir, her şartta çalınabilir enstrümanlara meylederim.
Ki, “Gün olur alır başımı giderim, yelkovan kuşlarının peşisıra” dediğinde, onu yanında götürebilesin.
Dağ başında da, kumsalda da “öttürebilesin borunu”....
Alacakaranlıkta dalgalara karşı saksafon çalsa birisi...
Güneş ufuktan erken doğar, yürüyelim arkadaşlar.
* * *
Ah, cümle hayalet notalar... Hayatımızdaki...
Varlığıyla değil yokluğuyla bizi titreten.
Paylaş