Paylaş
Ertesi gün eşe dosta haber saldık:
“Bizim bir köpeğe ihtiyacımız var.”
Önce “Nasıl bir şey olsun” diye el ovuşturan, işbitirici bir “esnaf” aramıştı... Uygun fiyatla bulacaktı.
Eh... “Senin gibi olmasın” dedik tabi.
Hem bizim yavru hazırmış zaten.
Bir arkadaşın arkadaşının evinde... (Bir arkadaşın arkadaşı, -izdivaç da dahil- her mevzuda ne güzel çaredir değil mi?)
Sokaktan edindiği köpeği doğuran bir mahalleli, sahiplendirme çabasındaymış.
* * *
Gittim ki, yavruların 8’i bir yerde...
Hepsi kurt-kangal kırması... (Sokak çocukları ırk seçmez)
Bir kısmı kurt köpeğine benziyordu, bir kısmı kangala...
Sevdim o kırmalığı.
Kangal kurt düşmanıydı.
Bir kurt ile bir kangalın birleşmesinin sonucu doğduysa yeni yavrumuz...
Mutlaka bir aşk çocuğuydu.
* * *
Süt gibi bembeyaz, yüzü-dik kulakları kurt, göğsü-gövdesi kangal gibi duran birini seçtim.
Annesinin memesine atılan diğer yavruların aksine, o sahibinin eteğini çekiştiriyordu.
Ben yavrusunu alırken, annesini zapt etmekte güçlük çekti sahibi.
Melissa’ydı annesinin adı. Melez, bir kurt kırması. Yavrusunu almadıkça, zarifti.
Bir kaç ay sonra sahibi gezdirirken Melissa’yla karşılaştık... Her sevene halim-selim duran Melissa, direkt saldırmıştı -her köpekle iyi anlaşan- bana.
Unutmamıştı...
* * *
Köpeği oğlumuzun kucağına bıraktığımız an, “Hoşgeldin Bobi” dedi.
Oysa kurt-kangal melezi bu afacanın adı, Atıl Kurt’du, “Beyaz Diş”di... Yahut Schwazeneger, Rambo ya da Roma tanrısı Herkül olmalıydı mesela.
Oğlum içinse o, “ilk Bobi’nin” hatırası, vefasıydı.
“İnsanın adı, kaderini belirler” der ya, bazıları...
O büyüdükçe beni de, onu “Bobi” sananları da yanılttı.
Yanılmakta ben daha az zararlıydım.
* * *
El bebek-gül bebek yetişse de... Muhallebici "ev köpeği" olsa da... Doğasında sertlik vardı.
Arkadaşlarımız, gecenin her saatinde çalardı kapımızı... Bobi’den vize alan gruptu onlar, hiç sesini çıkarmazdı.
Koklardı onları, sevdirirdi kendini, alt alta-üst üste boğuşurdu... Sonra huzurlu, sakin, uzanırdı salonun bir köşesine...
Yeni kokulara ise mesafeliydi biraz.
Bazılarını ucundan tattıktan sonra kabullendiği ya da mecburen katlandığı olmuştur.
* * *
Emek Mahallesi’nde sokağımızda -numunelik- kalan tek ya da iki katlı müstakil evlerin yıkıldığı zamanlardı.
Tek katlı kiralık evimizin, yanımızdaki iki katlı benzerini de yıktılar biz otururken.
Karadenizli, sevimli, sıcak birisiydi müteahhit.
Ama yıkma-yapma hengamesinin tüm tozu-toprağı, bahçeye düşen kalaslar vs. kaçırmıştı tadımızı.
Bir gün gülümseyerek durdurdu beni:
“Komşucuğum, bir şeyler düşürüyoruz bahçeye... Ama almak istediğimizde, sizin ‘Böbi’ kapıyor kolumuzu, bacağımızı... Hiç komşuluk bilmiyor.”
Hoş ve bence adil bir anlaşmaya vardık.
Bahçeye düşen alet-edevatı elbet geri verecektim. Ama -yakılabilir- odundu, kalastı... Ganimetimiz olacaktı.
Çünkü çiçekleri, bahçeyi duman ediyordu, koca kalaslar…
Sobalıydı evimiz, o yıl odun sıkıntısı çekmedik.
* * *
Sekiz yıl oturduk o evde.
Gün geldi, o ev de artık yıkılacağı için apartmana taşınmak zorunda kaldık.
Bobi, sertliği, sertliğinin altını çizen havlamalarıyla apartman dairesinde barınamadı/barındırılmadı.
Sosyo-ekonomik hallerimiz, eskinin tek katlı, bakımsız müstakil evlerinin artık “villa” rütbesini takması, çoğunun yıkılması, başka bir çözüme kapı aralamadı.
Bacanağımın çiftliği olan -istekli- bir arkadaşına vermek zorunda kaldık.
Verdik...
Orada evlenmiş, çocukları olmuş, çok mutluymuş diye duyduk.
Çünkü onu oraya bıraktıktan sonra bir daha hiç gitmedim.
Onu hiç unutmayacağımı, asıl onun hiç unutmayacağını bildiğim için...
Günahımdır.
Paylaş