Gözleri nazar değecek kadar güzel, yüzü kendini nazardan saklayacak kadar kirliydi. “Bana nazar değmez, artık öyle yaşlıyım ki” diye yanıtladı adam. “Olur mu amca” diye ısrar etti, “Köyde bizim kara ineğe bile nazar değmişti, süt vermez oldu”... Gülümsedi. “Nazar değmeyen çocuklar vardır, değil mi” dedi, kendi kendime... * * * Nazarla da, tespihle de, aynayla da pek ilgisi olmadığını anladığından mıdır (ki anlarlar), uzaklaştı adamın yanından. Yandaki otomobile yanaşıyordu ki... Otomobilin camından ona bakan, blucin montlu, kırmızı beyzbol şapkalı yaşıtını fark etti. Kırmızı şapkalı çocuk da süzüyordu, “hür” gözüken yaşıtını... O da çocuktu ya, kaçırmadı bakışını. Hani sadece “kediler ve çocuklar krallara bakabilir” ya, ürkmeden... Bakıştılar kısa bir süre. Sonra uzaklaştı sokak çocuğu. Elindeki tespihi bitirim bir edayla sallayarak, o otomobili de diğerlerini de -bu seferlik- pas geçti. Ve caddenin hakimiymiş gibi, yeşile dönüşen trafik ışıklarına doğru ağır adımlarla yürüdü asfaltta. Arkasındaki arabalar, her birden bastıkları kornalarıyla yine onun marşını çalıyordu, elbette. “Patladınız mı” gibilerinden, dikeldi bakışları. “Herşey gölgesi kadar ağır” der ya Ahmet Telli. Öyle vurdu gölgesi çocuğun, uzadı öğle güneşi değen asfalta... * * * Baktı arkasından adam: Ne “aşkolsun çocuk sana” diyebildi. Ne de “maşallah”... Arkasında kornaya abanan külhanı fark etti sonra. Ve çocuktan ödünç aldığı o bakışı, dikiz aynasından aynen salladı ardındaki adama: “Patladın mı...”