Paylaş
Zira insanların iç odalarıyla evlerinin odaları birbirine açılınca, gez gez bitmiyor. Fakat bazen hangisi hangisidir, karıştırabiliyorum.
Düşününce, içimizdeki odaların -belki saraylar, içinde 400 odalı haremleri filan hariç- evlerimizin odalarından çok olduğunu söylemem de mümkün.
Gayet mümkün... Çünkü “Yeni Türkiye”de köşe yazarlığı da böyle bir şey.
Herşey mümkün, yârin yanağından gayrı herşey -her anlamıyla- “atış” menzilinde... (O eşiğin ardına karpuz kabuğunu düşürmese miydim acaba?)
Kalkıp “Aslında dünya dönmüyor kardeşler...” diye yazsan, -hazırdaki- müşterin kitabevine fark atar.
Atıp tutamasan bile mahcubiyetin, bazı yazarların bir tek yazısının ardından yaşaması beklenen utanç silsilesinin yanında, yeni evlerin balkonu kadar kalır.
* * *
Önceki yazımda Gulliver biblolar ülkesindeydi.
Üçgen şapkasını önüne koyarak bibloların gizli manaları hakkında öyle şeyler anlattı ki, kırmadan konuyu değiştirdim.
Hepsi gerçekti; Cüceler Ülkesi’ndeyken öğrenmiş, bibloların tüm dünyasını...
Şimdi, bazen evlerde biblo gibi kullanılmadan duran, bazen de biblo kadar olup da eve, hayata hakim olan teknolojiye değinmek istiyorum.
Evlere giren (ya da girmeyen) teknoloji de, evin sahibisi hakkında fikir yürütmenin kestirme yollarından birisi.
Özellikle “sahibesi” demedim.
Dilerim yine yanılıyorumdur ama, evlere taşınan mutfak hariç teknolojilerde, kadının söz/talep hakkının hâlâ “küçük ev aletleri” düzeyinde olduğunu düşünüyorum.
Dert değil... Eğer erkeklerin “büyük ekran” sevdası, eskiden mezroladığı “büyüklük”lerin önüne geçtiyse, bu da bir devrimdir.
* * *
Radyo ise cinsiyetsizdir azizim.
TRT FM’de kulak misafiri olduğum (Ki artık radyolar misafirliğin her biçimine kapı aralıyor. Stüdyonun önüne SLX’ini çekip, kornayla sokaktan canlı yayına katılanı bilirim) gündüz programlarının iki müdavimi var.
İlki kadınlar, ikincisi uzunyol sürücüleri...
Arabada radyo dinlerken ölçme ve değerlendirme metoduyla ulaştığım -yeteri kadar- bilimsel sonuçlar böyle.
* * *
Artık ne zaman mutfak tezgahında, bahçe, balkon kapısının ya da kanepenin yanında, yerde duran transistörlü bir radyo görsem, düşüncelerim kanal kanal geziyor.
Maçlar, ajans haberleri, yayıncısıyla dinleyeni en buldumcuk -canlı- iltifatlarda buluşturan FM’ler, sabahları Yurttan Sesler’dir belki, o radyonun el mesafesinde olmasını gerektiren. (¹)
Yeşilçam’ın altında film çevirseydim, Münir Özkul’a eve dönerken fileyle bir ekmek, bir gazete, bir küçük yoğurt ve iki kalem pil getirtirdim.
Radyo, TV’nin teknolojisiyle bile eğilip-bükülen ekranlarının karşısında, bir “odalarda ışıksızım, viraneyim” durumu yaşasa da...
Evdeki radyo, suç mahallinde bulunan silah kadar pertavsız altına alınmaya değerdir.
Hele o radyo, evin sessizliğini yok etmeye nişan alan bir silahsa...
Devam edeceğim.
(¹) BEYİN ÖLÜMÜ VE BEYİN UYUMASI
“YURTTAN Sesler” deyince, aklıma çocukluğumun şehirlerarası otobüs yolculukları gelir. Ankara’dan “deniz”e giden o gece yolculuklarında uyurdum eskiden.
Büyüyünce yitirdim bu konforu, otobüs-uçak vs. çok uzun yıllardır oturarak uyuyamıyorum.
Ama oturarak uyumayı, Ulusa Sesleniş, 365 günün en az yarısına denk gelen özel gün, “düşman işgalinden kurtuluş”, diğer yarısına denk gelen “henüz kurtulamayış” vs. nutuklarını filan dinlerken denemedim.
Ölçü olur muydu bilemiyorum; beyin ölümü nasıl nüanslı bir şeyse, beyin uyuması da herhal öyle bir şey.
Neyse, çocuğum, ufacığım, düşünsenize bozkırdan “deniz”e gidiyorum, gece otobüse binince kesintisiz uyumuşum...
Uyuduğum için bana “seninle bir dakika” gibi gelen saatler sonra uzunyol sürücüsü radyodan Yurttan Sesler’i açıyor, sabah türkülerini...
Ben de gözlerimi açıyorum, hava da açmış, aydınlanmış. Ve en son gördüğüm “Polatlı 53” kilometre tabelasından sonra, aniden denizle karşılaşıyorum.
Ve bunların hepsi aynı anda oluyor.
Gözümü bir kapamış, bir açmışım ki, hepsi önümde...
İşte çocuklar bu yüzden rüyalarını hatırlamaz, ihtiyaçları yoktur ki.
Rüya tabirleri, çocukları bile kandıramayacağı denendiği için, kanmaya sıkıcı hayalleriyle meyilli yetişkinler içindir.
Paylaş