Paylaş
İçinden gelip, başından kulağına titreşimlerle ulaşan sesle, dışından gelen ses farklıdır.
Kendisi dışındaki herkes, sesini kendi duyduğundan çok farklı algılar.
“Dışarıdaki sesi” ile yüzleştiğinde yadırgar biraz ve o mahut soru çıkar karşısına:
“Sahiden böyle mi benim sesim?”
* * *
İnsanın içindeki “ben” ile dışarıdaki “ben”i arasındaki bu “ses” farkı, sanki kuytularındaki hali ile dışarıda, gösterdiği hali arasındaki farkın da -itiraf, yüzleşme gibi- örneğidir.
O da benzer bir soruyu getirir:
“Ben böyle mi görülüyor, anlaşılıyorum hakikaten?”
* * *
Sesimizin, kendimizin nemenem bir şey olduğunu duymak için başkalarının sesine ihtiyaç duyarız.
Bir arkadaşın, bir dostun, bir sevgilinin kelimelerine, ifadesine...
Kafamızda gece gündüz yankılanan sesimizin güzel olup olmadığına bıkıp-usanmadan şahit ararız.
Birisi “Ses tonun çok güzel” dediğinde, içimizin erimesi ondan.
Ve cep telefonunun “Sesli Notlar” marifetini tıklar, sesimizi kaydeder, dinleriz belki:
“1, 2, 3, Alo, Alo, ses tonum güzel mi?”
Ama olmaz, yetmez işte.
Hep ve daha çok şahit ararız.
* * *
Nasıl göründüğümüzü aynalarda dakikalarca sorgulasak da, doğrula(n)ma isteriz.
“Kırmızı sana ne kadar yakışmış” der, birisi.
Hevesle sorar, sağlamasını yaparız hemen; “Yakışmış mı sahiden?”
Bir daha, bir daha duymak isteriz.
İnanmak için, iki anlamıyla da kanmak için...
* * *
O doğrulamalar eşliğinde, bir daha bakarız aynaya.
Edip Cansever’in Ruhi Bey’i gibi sorarız kendimize:
“Çıkarken boy aynasında kendime baktım /Oldukça yakışıklıydım
Gömleğim temizdi, beyaz ceketim /Tertemizdi ve ayakkabılarım
Pantolonum ütülü /Yelek cebimde ince altın bir zincir
Sarı ve ince bıyıklarım /Tam Ruhi Bey bıyığıydı
(...) Bir ara pencere camında kendime baktım
Baktım ki, ben Ruhi Bey /Nasıl olan Ruhi Bey
Daha nasılım...”
POLİTİKACI HANGİ SESİ DUYAR?
Yine inanır, yine kanarız.
Biz sesimizin kaydıyla ara sıra, belki 40 yılda bir karşılaştığımızda böyle şeyler yaşarız da...
Peki ya “dışarıdaki” sesini gün-gece boyu ekrandan, radyodan dinleyen politikacılar?
Onlara nasıl gelir sesleri?
“Bu benim sesim mi sahiden?” sorusunu çoktan bir kenara bırakıp...
Kendi sesinin, içindeki değil dışındaki “o kocaman ses” olduğuna mı inanır, kanarlar?
* * *
Aynadaki değil, giderek ekrandaki görüntülerine mi alışırlar sonra?
O heybetli kürsülerde, kendi dev portrelerinin önünde...
Alkışlarla büyüyen gümbür gümbür sesleri, kibirli mimikleri, bazen azarlayıp bazen okşayan dev gibi elleri-kollarıyla mı kendilerini tanırlar.
Kendilerini bir süre sonra öyle mi severler...
Belki defalarca dinleyip artık hiç şaşırmadıkları, sevdikleri “o ses”leri gibi... Sadece, ekrandaki “O adam”ı mı kendileri sanarlar?
Kendilerini o “koskoca halleri”nden ibaret mi sayarlar?
Peki ya o heybetli gün sona erdiğinde... Üzerinde bir atlet, altında bir pijama aynaya baktıklarında.
“Ben Ruhi bey, nasıl olan Ruhi bey, daha daha nasılım?” dediklerinde...
"İyiyim iyiyim" mi derler, "Hadi yine iyisin" mi?
* * *
Kendi seslerini duyarlar her gün ekrandan, radyodan...
Kalabalığın sesleri üzerinden, oradaki yankısından, onların alkışlı tanıklığında dinlerler.
Koskoca bir dağın karşısında durup, o koca dağa bağıran...
Ve sesinin dönüp gelen, o dağlarla büyüyen, irileşen, biteviye yinelenen, sonsuz gibi gelen yankısını hayretle, sevinçle, gururla, kibirle dinleyen bir gezgin gibi mutlu mu olurlar?
Bağıran sesleri, bazen o ihtirasla mı kısılır...
* * *
Dipsiz bir uçuruma, bir kuyuya başlarını eğip, seslerinin yankısını orada arar, egonun fısıltısını oradan bir nara, kuvvetli bir alkış gibi mi duymak isterler.
Kuyudan gelen sese mi inanırlar, içinden, yüreğinden, kafasından gelen kendi sesinden çok...
Ve bazıları, o “7 büyük günah”ın ilk sırasındaki kapana mı yakalanırlar.
Yani kibire...
* * *
Kimi ekrandan, radyodan duyduğu o sesin, önce içinde büyüyen kendi sesi olduğunu bilir.
Ekrandaki sesi farklı gelse de, o iki sesin anlattıkları, savundukları farklı değildir.
Ve bu bilginin huzurunu yaşar.
* * *
Kimi o iki ses arasındaki farkın sadece kulağıyla değil, aklıyla, yüreğiyle de ilgili olduğunu anlar.
O iki sesin kurduğu cümleler aynı değildir çünkü.
O iki sesin dublajı, rolleri de farklıdır.
O iki rolü kabullenir, öyle yaşar.
İkiye bölünmüş...
* * *
Kimi de gerçek sesinin içindeki değil, ekrandaki sesi olduğuna inanır zamanla...
Giderek içindeki sese boş verir, içindeki “ben”i unutur.
Dışarıdan duyduğu o sesi, o hallerini sever.
Ama belki yıllar sonra ekrandaki sesi, eski video kasetlerde, devrini dolduran CD'lerde kaldığında...
Ve artık sadece evindeki "koltuk"a oturduğunda... Dinler sesini, hayretle sorar:
"Bu benim sesim mi sahiden?"
“SES”İ ELE GEÇİRME HEVESİ...
POLİTİKA, iktidar, güç ve ses, evlere sadece “ses”le ulaşılabildiği radyo günlerini de getiriyor aklıma.
Kaynaklar, radyonun kuvvetli bir propaganda aracı olarak ilk kez, 2. Dünya Savaşı’nda Hitler tarafından kullanıldığını yazıyor.
Fabrikalar, istasyonlar, lokantalar gibi toplu mekanlara yerleştirilen ucuz, tek kanallı radyolarla Naziler 1939 yılında 10 milyona yakın radyo alıcısını hayata sokmuş. Ve Avrupa’nın en fazla radyo dinleyicisi sayısına ulaşmış.
Şimdi, yani 12 Mart darbesinin 34. yılında radyonun kulağını çınlatmanın da tam zamanıdır.
Darbeler tarihimizde askerin önce “Radyo Evi’nin ele geçirilmesi” meselesi, mazide kalsa da...
Ve iktidarlar değişse, ele geçirilmek istenen "ses merkezleri" radyosu, ekranı, cümle sosyal/dijital medyasıyla çoğalsa da...
O heves ve iktidar yanlısı kitle iletişim araçları, daha uzunca bir süre, anı olamayacak kadar taze kalacak gündemimizde.
Ve biz hep, kendi isteğimizin de "yayın"a alındığı, bizi de programına katan "Dinleyici İstekleri"ni özleyeceğiz.
Paylaş