Paylaş
Halbuki, böyle olmamalıdır. İnsan yıldırımla vurulmuş gibi aşık olmalı, sonra muvaffak olmak için birşeyler icat etmelidir.
Bu nevi aşkı pek severim ama bir türlü de olamam.
Muhakkak, evvela, seveceğimden biraz yüz görmeliyim. Sonrası kolaydır. İkinci yüz verişte yakalandığımı hisseder, kaçınmaya çalışırım.
Üçüncüde herşey bitmiştir. Artık deli gibi aşığımdır…”
* * *
Sait Faik’in bu sıcacık satırlarındaki gibi, hemen her insan -en azından bir dönem- aşkın “ne”liğine, “nasıl”ına, “gerçekliği”ne kendi cürmünce kafa yorar.
Aşka böyle bakınca, onu felsefenin kuytu bir alanı olarak ele almanın mahsuru yok.
Aşk en azından başlangıçta, –sevgiliye- layık olma çabasıdır. Bu çaba aşkı felsefenin “ünite komşusu” yapar.
Zira insanın bir şeye “layık olma” muhasebesi, varlığın, varoluşun sorgulanmasıdır.
“Ben kimim –ki-” dedirtir, bazen aşk.
Bir varoluş, varolma hesaplaşmasını taşır satır/gönül arasında. Ve -bilinçli ya da bilinçsiz- (b)ilgi arayışı yaratır insanda.
Değer, denklik arayışı...
* * *
Varoluşunu, yaşadığı, hatta yaşayamadığı aşkla tanımlayan, belki o güne kadar ayrışmış bilgilerini, dağınık hayatını, o başlıkta, o başlık için toplayan insan, soruların içine savrulur.
Tek odaklı yanıt arayışı, hayatın her kesitinde, her anında o aşkı karşısına çıkartır.
Attila İlhan gibi, “kimi sevsem sensin /senden ibaret /hepsini senin adınla çağırıyorum” dedirtir hatta.
Hayatı boyunca ezberlediği tek şiiri müsamerede kekeleyen, beğendiği iki özlü sözü her kompozisyonda, sohbette durma yineleyen delikanlı, aşık olduğunda şarkı sözlerindeki dizeleri fark eder önce.
Ne güzeldir, duygularına tercüman olan sözlerin dünyanı sarmalayan ezgileri... Odur işte dünya, öyledir.
* * *
Sonra var olan ya da muhtemel sevgilisine şiirlerden dizeler aktarır.
Hatta Il Postino filminin Postacı kahramanı Mario gibi, sürgündeki şair Pablo Neruda’nın şiirlerini araklayıp, sevgilisi Beatrice’ye kendi dizeleriymiş gibi okur.
Neruda’ya yakalanınca, mazereti yerden göğe haklıdır Mario’nun:
“Şiir, yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır...”
Aşkın kendini beğendirme sürecinde, daha önce eline kalemi sadece Ganyan-Loto bayiinde alan “maşuk”un aniden ve geçici olarak “şiir yazıcısı”na dönüşmesi, yârine bir şeyler yazıp, karalaması-dizelemesi de gayet mümkündür.
* * *
Erkeğin aşk tasavvurunun, -özellikle ergenlik, ilk gençlikte- bir “layık olma” ve göze girme boğuşması içine savrulduğuna inanırım.
Zira, her yaştan “erkek çocukları”nın bu yolda her türlü hokkabazlığı açıkça yapabilme -kamusal- hakkına sahip olduklarına inandıklarını düşünürüm.
Eğer “aşk” olacaksa, o alanın da kendi tasavvuruna, kurallarına, ufkuna uygun olması için egemenliğin de peşine düşecektir.
Böyle bir ahval ve şerait içinde, sünnetten sonra birinci vazifesi budur zaten.
Sünnet arabasının arkasına “Kızlara müjde sünnet oldum”, “Savulun kızlar ben geliyorum” filan yazdırmanın, sadece “espri” olmadığını yaşayarak biliyoruz.
* * *
Kadın da aşk yokuşunda (bazen yokuş aşağı, bazen yokuş yukarı) kuşkusuz böyle bir meşguliyetten, beğenilme mücadelesinden, kendi tarzınca egemenlik hevesinden uzak değildir.
Ama aşk beraberinde bolca marazi şeyler de getirebileceği için, bu kamusal alüvyonun “erkeğin aşkı”nın daha gürültülü patırtılı gözükmesine imkan, hatta onay sağladığını düşünürüm.
Şiddeti bile normalleştirmeye çalışmıyor mu bu coğrafya?
* * *
Aşk meselesine devam edeceğim.
Paylaş