NAZIM Hikmet doğumunun 105. yılında anıldı. Ama anmak yetmiyor.
Anımsamak da gerek.                Â
Türkçe’nin en büyük şairlerinden birisinin hala vatandaşlığa alınamadığını anımsamak.
Ve unutmayalım; bu borç Ankara’nın borcudur.
14 Ekim 1928’de tartışmalı bir davayla, elleri kelepçeli olarak Ankara Garı’na getirildiği için değildir, bu borç sadece...
Şiirleri, Ankara’nın kararıyla yasaklandığı ya da önce Ankara Cezaevi’nde yattığı için de değil.
Şairin vatandaşlığa alınması tartışması, hep Ankara’da başlamıştır.
Merkezi direnç de hep Ankara’dan gelmiştir.
* * *
Nazım’a iade-i itibar geçen yıl yine gündeme geldi.
Ancak TBMM’de alt komisyon vatandaşlık yolunu yine kapadı.
Aslında zaten iade-i itibar sözcüğü tartışılmalı.
İade-i itibar, özür kelimesini kullanmadan dolaylı özür dilemenin Arapçasıoldu Türkiye’de. Yurtdışına tedaviye gitmek isteyen Ruhi Su’ya pasaport verilmez, ölünce "itibar" verilir. Son derece tartışmalı kararlarla idamlar infaz edilir, ardından iade-i itibar tartışması gelir.
* * *
Nazım Hikmet’in iade-i itibarında ise bir adres yanlışı var.
Şiirleri dünya dillerine defalarca çevrilen bir Türk şairinin vatandaşlığa alınması, hükümetlere, politikacılara iade-i itibardır şaire değil. Bunu Nazım da kayda geçirmiştir:
"Yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye’mde Türkçemle yasak."
Bir şair itibarını, yazdığı şiirlerden alır.
Bu nedenle iade-i itibar, bir asır boyunca onun şiirlerini bile sürgünde tutmaya çalışan politikacıların ihtiyacıdır.
Olsa olsa çok gecikmiş bir özürdür, şairi ilgilendiren kısmı.
Zamanında ithal haltercilere -milyon dolar harcayarak- vatandaşlık veren ve dünyada itibar arayan devletin, uluslararası bir şairini hatırlaması bir jest değil, gecikmiş bir borçtur.