Yaşar Sökmensüer

Karikatüristi de vururlar uçurtmayı da

11 Ocak 2015
BARIŞ, annesiyle birlikte Kadınlar Cezaevi’ndedir. Beş yaşında olması, cezaevi ortamını bazen oyun gibi görerek, katlanmasını kolaylaştırır. Ama tüm “oyun”lar dört duvar arasında olduğu için sık döker yüzünü yere, küser, somurtur da...

Bir gün avluda yine öyle kırık-dökük otururken...
O da ne? Cezaevinin o dev duvarlarını aşan bir uçurtma!..Gökkuşağının renklerini bağrına almış, uzun kuyruğuyla nazlı nazlı gökyüzünde geziniyor.
İlk kez dışardan, pervasız, davetsiz, sorgusuz-sualsiz gelen bir “şey”.* * *
Onun renkleri, özgürlüğü, o sonsuz gökyüzünde cezaevine, o yüksek duvarlara bile meydan okuyan salınışı, avludaki herkesi etkiler.
Onunla dans eder gibi toplaşırlar avluda... Alkış, kıyamet... Coşkuları, çığlıkları giderek yükselir kadın mahkumların.
Cezaevi Müdürü’nü önce tedirginliğe, sonra paniğe sürükler; bu beklenmeyen, denetlenemeyen sevinç, kahkahalar...
Çünkü neşe, kahkaha birleştirir, enerji verir, umut verir.Ve müdür, uzatır parmağını uçurtmaya, tereddütsüz emreder:

Yazının Devamını Oku

Sokak her zaman haklıdır

10 Ocak 2015
BAZI şehirler, varlığıyla şiir imkanı, ilhamı verir insana. İstanbul bilhassa... Sormagir Sokak’ta bir şiir başlar, Pürtelaş Sokak’ta biter diğeri... Bir dizeyi lodos getirir, koruları, kuytuları dolaştırır, şiir olur, denize ulaşır. Lakin Ankara öyle değildir.

İstanbul’da bunalırsan, yüzünü denize verip, sırtını kalabalığa/insanlara dönerek şiirini yazarsın da...
Ankara’da insanların yüzünden, onların gözlerine baka baka şiir çıkarırsın.Başka çaren yoktur çünkü, bozkırında.
* * *
İstanbul’un, her biri ayrı şiir güzelim adalarını vapurla dolaşırsın da...
Ankara’da şiir adasının dört yanını “insanların” çevirir.
O adacıklarda ararsın, insanın, hayatın, ölümün, aşkın, ayrılığın tuzlu tadını.
Oralardan karaya çıkarsın.

Yazının Devamını Oku

Sait, Şerif, Hamit ve Ahmet

9 Ocak 2015
HEP düşmanlığı anlattılar, düşmanlarımızı öğrettiler bize. Savaşlarla ezberledik tarihi... Ovaların çoğunu oralardan öğrendik. Cephelerden, hudutlardan belledik coğrafyayı, “komşu”larımızı...

Oyunlarımıza bile yansıdı.
Zıp zıp o tekerlemelerimizde, saydık sıradan:
“Bir, iki, üçler yaşasın Türkler, 4-5-6 Almanya battı, 7-8-9 Yunan domuz, 10-11-12 İtalyanlar tilki, 13-14-15 Ruslar kalleş..."
Büyüdük, durmadık... 16-17-18... Saydık hep; Korkak Yahudiler, Ermeniler döller, güzellikte birinci başkentimizin en güzide parkında Dilenci yahut Hırsız Suriyeliler, her renkten, ırktan "zenci"ler...
* * *
Masallar anlattılar bize; devlerle savaştık, cadıları yaktık, öldürdük ejderhaları...
Viyana kapılarına dayandık. Yelkenleri atlastan, halatları ibrişimden gemilerle “bizim deniz” yaptık, Akdeniz’i.

Yazının Devamını Oku

Kar, kara kuğu ve Gül Bahçesi'nde aşk

8 Ocak 2015
“HER biri alıyor ve veriyor aynı zamanda, ve akıyor ve dinleniyor.” Almak ve vermek, akmak sonra...Ve birikip yeniden çağlamak için, dinlenmek. Hayatı, aşkı, ilişkileri bu “havuz problemi”nde irdelemek mümkün belki…Ama yazımın girişindeki cümle bambaşka bir şeyi anlatıyor.

O cümle, Dost Kitabevi yayınlarından çıkan Hans Sarkowicz’in Bahçelerin ve Parkların Tarihi’nden...
Ve parklarda, bir çanaktan (havuzcuktan) bir çanağa akan İtalyan çeşmelerini özetliyor.
* * *
Parklar, her şeyden öce bir sığınma, bir mola imkanı şehirlerde.
Çocukluğumun ekranından, aylaklığın güzelim gezegeninde dolaşanlarıyla da hatırlıyorum oraları.
Elleri cebinde, adımları bazen ront adımı…
Al gözüm seyreyle Salih.* * *Şimdi de “eller cep’te” gerçi ama…

Yazının Devamını Oku

"İçkileri meyvelerden daha çok sevmek"

7 Ocak 2015
DOKTORLAR “Solunum yetmezliği” dediler. Çok sigara içiyordu, zaten. Oysa sevdalısını kaybettikten sonra daraldı gönlü, nefes alamadı... Yazıya verdi kendini, sürrealist yağlıboya resimlere verdi. Olmadı...

İstanbul’da hayatın en çağıran merkezine Taksim’e, Beyoğlu’na iki adım mesefede kapandığı Gümüşsuyu’ndaki evinde 62 yaşında ayrıldı hayattan.
İki yıl önce, 4 Ocak’ta bitti nefesi.
* * *
“Sev Kardeşim” demişti oysa, “Gel kardeşim elini ver bana” diye uzanmıştı milyonlara...
“İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa” nidasıyla, en kanlı/kavgalı dönemin mitinglerinde sevgi marşı olmuştu şarkıları.
Yeşilçam’ın en popüler filmlerine müzik olmuş, güldürmüş, mutluluktan ağlatmıştı...
Ama sevgiden, kara sevdadan öldü.

Yazının Devamını Oku

Merhamet Apartmanı'ndan çalınan köpek biblosu

6 Ocak 2015
BİR insana bağlanmanın, birikmek ve biriktirmekle yol arkadaşlığı var. Dün biraz değinmiştim. Ona biriken gönül, onu biriktirmeye de başlıyor kimi zaman. Öyle ki, müze bile oluyor biriktirdikleri...

Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi, tam da böylesi kazıların, duygu arkeolojisinin emek abidesi.
Belki bağlanmayı, hem -süt çocukluğundan itibaren- bir tür masumiyet, hem de müzeyle, biriktirmeyle ilintili görmemden kaynaklanıyor bu duygum.
Pamuk’un, romanın özellikle “bizim gibi bir toplumda” geçtiğini vurgulaması da önemli...
Bu düşüncemde, romanın konusunun sadece “aşk” değil, yazarın deyimiyle “bütün bir hayat olarak aşk” olması da etkili tabi.

Romanın kahramanı Kemal Basmacı için hayat, sadece tutkuyla, aşkla bağlandığı Füsun’dan, onun hayatından ibarettir.
Kendi “zengin” dünyasından başka bir dünyaya-hayata, o sayede, sadece ona bağlanarak geçebileceğine inanır.

Yazının Devamını Oku

Yine bağlandı dîl bir nev-nihâle (¹)

5 Ocak 2015
OLYMPOS’tan Roma’ya, Aprodithe’den Salome’ye “aşk”la girdik yeni yıla... Mevzu aşk olunca, “bağlanmak” denilen hadise de -pusuda- sırasını bekliyordu elbet. Ki, tarihte en eski illüzyonlardan birisidir neticede...

Sihirbaz, iki farklı kurdele, iki ayrı mendilmiş gibi iki insanı şapkasına koyar.
“Hokus pokus”, saniye mi desem, dakika mı...
O iki insan birbirine “bağlanmış” vaziyette, çıkar şapkadan. Hangisi hangisine bağlanmış, bilinmez.
Kuvvetle çekiştirir ayırmak, o bağı çözmek için...
Ama mümkün değil, ne olmuşsa artık şapkanın aslı-astarında... Düğüm olurlar, iyice bağlanırlar.
Sonra bir “abrakadabra”...
Sanki o bağ, o “çözdükçe dolaşan kördüğüm” hiç yokmuş gibi, usulca bir sıyrılmayla, ayrılırlar.

Yazının Devamını Oku

"Aşk örgütlenmektir abiler"

4 Ocak 2015
OLYMPOS Dağı’nda tanrılarının aşk, aldatma, ihanet, intikamla örülü mitlerine göz attık dün. Sonra öldü tanrıları Olympos’un... Oysa sonsuza kadar yaşayacaklarını sanıyorlardı. Lakin aşka “taş”, meşke tek kollu, duygulara heykel kaldılar. Ve aşkı-meşki, acıyı, sadakati, ihaneti insanlara bıraktılar.

Asırlar asırlar sonra, pos bıyıkları, küs suratıyla, deli deli bakan bir adam da benzer duygularla aynı cümleyi kuracaktı:
“Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!
Filozof Friedrich Nietzsche’ydi o adam...
İsyanı, hastalığı benzer ve ağır hayalkırıklarından geliyordu.
* * *
Roma’daydı 1882 baharında... Lou Salome adında bir kadınla tanışmıştı.
Yazı onunla geçirdi... Salome onu bıyığının altından öptü belki, ama bir ilişki, bir aşk yaşamadı.

Yazının Devamını Oku