Bir gün avluda yine öyle kırık-dökük otururken...
O da ne? Cezaevinin o dev duvarlarını aşan bir uçurtma!..Gökkuşağının renklerini bağrına almış, uzun kuyruğuyla nazlı nazlı gökyüzünde geziniyor.
İlk kez dışardan, pervasız, davetsiz, sorgusuz-sualsiz gelen bir “şey”.* * *
Onun renkleri, özgürlüğü, o sonsuz gökyüzünde cezaevine, o yüksek duvarlara bile meydan okuyan salınışı, avludaki herkesi etkiler.
Onunla dans eder gibi toplaşırlar avluda... Alkış, kıyamet... Coşkuları, çığlıkları giderek yükselir kadın mahkumların.
Cezaevi Müdürü’nü önce tedirginliğe, sonra paniğe sürükler; bu beklenmeyen, denetlenemeyen sevinç, kahkahalar...
Çünkü neşe, kahkaha birleştirir, enerji verir, umut verir.Ve müdür, uzatır parmağını uçurtmaya, tereddütsüz emreder:
İstanbul’da bunalırsan, yüzünü denize verip, sırtını kalabalığa/insanlara dönerek şiirini yazarsın da...
Ankara’da insanların yüzünden, onların gözlerine baka baka şiir çıkarırsın.Başka çaren yoktur çünkü, bozkırında.
* * *
İstanbul’un, her biri ayrı şiir güzelim adalarını vapurla dolaşırsın da...
Ankara’da şiir adasının dört yanını “insanların” çevirir.
O adacıklarda ararsın, insanın, hayatın, ölümün, aşkın, ayrılığın tuzlu tadını.
Oralardan karaya çıkarsın.
Oyunlarımıza bile yansıdı.
Zıp zıp o tekerlemelerimizde, saydık sıradan:
“Bir, iki, üçler yaşasın Türkler, 4-5-6 Almanya battı, 7-8-9 Yunan domuz, 10-11-12 İtalyanlar tilki, 13-14-15 Ruslar kalleş..."
Büyüdük, durmadık... 16-17-18... Saydık hep; Korkak Yahudiler, Ermeniler döller, güzellikte birinci başkentimizin en güzide parkında Dilenci yahut Hırsız Suriyeliler, her renkten, ırktan "zenci"ler...
* * *
Masallar anlattılar bize; devlerle savaştık, cadıları yaktık, öldürdük ejderhaları...
Viyana kapılarına dayandık. Yelkenleri atlastan, halatları ibrişimden gemilerle “bizim deniz” yaptık, Akdeniz’i.
O cümle, Dost Kitabevi yayınlarından çıkan Hans Sarkowicz’in Bahçelerin ve Parkların Tarihi’nden...
Ve parklarda, bir çanaktan (havuzcuktan) bir çanağa akan İtalyan çeşmelerini özetliyor.
* * *
Parklar, her şeyden öce bir sığınma, bir mola imkanı şehirlerde.
Çocukluğumun ekranından, aylaklığın güzelim gezegeninde dolaşanlarıyla da hatırlıyorum oraları.
Elleri cebinde, adımları bazen ront adımı…
Al gözüm seyreyle Salih.* * *Şimdi de “eller cep’te” gerçi ama…
İstanbul’da hayatın en çağıran merkezine Taksim’e, Beyoğlu’na iki adım mesefede kapandığı Gümüşsuyu’ndaki evinde 62 yaşında ayrıldı hayattan.
İki yıl önce, 4 Ocak’ta bitti nefesi.
* * *
“Sev Kardeşim” demişti oysa, “Gel kardeşim elini ver bana” diye uzanmıştı milyonlara...
“İnsanlar el ele tutuşsa, birlik olsa” nidasıyla, en kanlı/kavgalı dönemin mitinglerinde sevgi marşı olmuştu şarkıları.
Yeşilçam’ın en popüler filmlerine müzik olmuş, güldürmüş, mutluluktan ağlatmıştı...
Ama sevgiden, kara sevdadan öldü.
Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi, tam da böylesi kazıların, duygu arkeolojisinin emek abidesi.
Belki bağlanmayı, hem -süt çocukluğundan itibaren- bir tür masumiyet, hem de müzeyle, biriktirmeyle ilintili görmemden kaynaklanıyor bu duygum.
Pamuk’un, romanın özellikle “bizim gibi bir toplumda” geçtiğini vurgulaması da önemli...
Bu düşüncemde, romanın konusunun sadece “aşk” değil, yazarın deyimiyle “bütün bir hayat olarak aşk” olması da etkili tabi.
Romanın kahramanı Kemal Basmacı için hayat, sadece tutkuyla, aşkla bağlandığı Füsun’dan, onun hayatından ibarettir.
Kendi “zengin” dünyasından başka bir dünyaya-hayata, o sayede, sadece ona bağlanarak geçebileceğine inanır.
Sihirbaz, iki farklı kurdele, iki ayrı mendilmiş gibi iki insanı şapkasına koyar.
“Hokus pokus”, saniye mi desem, dakika mı...
O iki insan birbirine “bağlanmış” vaziyette, çıkar şapkadan. Hangisi hangisine bağlanmış, bilinmez.
Kuvvetle çekiştirir ayırmak, o bağı çözmek için...
Ama mümkün değil, ne olmuşsa artık şapkanın aslı-astarında... Düğüm olurlar, iyice bağlanırlar.
Sonra bir “abrakadabra”...
Sanki o bağ, o “çözdükçe dolaşan kördüğüm” hiç yokmuş gibi, usulca bir sıyrılmayla, ayrılırlar.
Asırlar asırlar sonra, pos bıyıkları, küs suratıyla, deli deli bakan bir adam da benzer duygularla aynı cümleyi kuracaktı:
“Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!”
Filozof Friedrich Nietzsche’ydi o adam...
İsyanı, hastalığı benzer ve ağır hayalkırıklarından geliyordu.
* * *
Roma’daydı 1882 baharında... Lou Salome adında bir kadınla tanışmıştı.
Yazı onunla geçirdi... Salome onu bıyığının altından öptü belki, ama bir ilişki, bir aşk yaşamadı.