Pencerenin önüne sıkıştırdığınız, saksısı fiyakalı “Ay, gerçekten sahi gibi ayol” imitasyon çiçekler mi el kadar manzaranız? Yahut o devetabanlı, salon-salomanje çiçekleri mi...
Yoksa geniş pervazında kırmızı bir sardunyanın üç mevsim havai fişeklendiği...Yanına kedi gibi uzanan fesleğenin, başının okşanmasını beklediği pencerelerden mi sizinkisi?
Hani o pencere çiçeklerine, güvercinlere ve onları heyecanla gözleyen kedilere “mahsus” pervazlarıyla, yaşayan pencereler mi..
* * *
Öyle olabilirdi ama, önce “dışarısı” bozuldu.
“Dışarı”nın gürültüsü, havası, kokusu, dokusu, mevsim ortalamaları değişti.
Belki bize öyle geldi. Perdenin aralığından, evcimen evcimen sokağa bakarken...
O tek tabanca, el kadar kadınların değerini, öldüklerinde anlarız.
Yahut, anlamış gibi yaparız, uzun yıllar sonra...
Çünkü hayatımızın müsvette defterini temize çekmek için, başka biyografilere ihtiyacımız var.Özellikle onlar kendi dramında boğularak ölüp, aradan çekildikten sonra...
* * *“O ölmedi, yaşıyor” deriz, senede bir gün.
Bir ya da iki solgun resmini, yarısı damgalı vesikalığını buluruz, tozlu arşivlerden...
Adlarına, anılarına sanat ödülleri koyarız.
* * *
Türkiye’de ilk “Alo”nun tarihi, II. Abdülhamid’e kadar gidiyor.
Ama telefonlar otomatik olmadığı için, santrali arayıp, numarayı söyleyeceksiniz ki...
Memureler, bağlasınlar.* * *
Tam bu bağlantıda kadınlar, sadece sesinin hoş sedası, zarafetiyle değil… Mesai ekonomisi açısından da önemli, belki.
Çünkü onlar, Posta Telgraf Teşkilatı Nazırı aradığında, ayağa fırlayıp ceketinin önünü iliklemekle de vakit kaybetmeyecektir.
O çok düğmeli bürokrasi, malumları değildir henüz.
Eh, yazarları erkek de olsa tarih, konuşmayı sevdiklerini de yazar. Öyle derler...
Aşklarının, onlardan daha büyük, daha bilge olanların aşklarından bile daha güçlü olduğuna inanırlar.
Çünkü çocukluk, “büyükler”de pek rastlanmayan, bilgelerde bile zor bulunan içtenliğin, masumiyetin, hayallere inancın, hoş şaşkınlıkların kısa ömürlü krallığıdır.
* * *
Masalımızdaki o iki çocuk da, sevmekten ve sevilmekten başka hiç bir şey düşünmez. Dünyayı, ondan ibaret sanır.
Melekler bile kıskanır onları.
Ve göze gelir o küçük kız. Üşür, bir gece bulutunun estirdiği rüzgardan...
Ölür, usulca.
Çok da karmaşık bir mevzu değil.
Çünkü bir sanatçının yaratısını tartışmak, beğenmek yahut eleştirmek başka bir şeydir.
Beğenmek için, toplumsal yaradılışını, siyasi duruşunu esas almak başka bir şey...
Ben, bir şiiri, romanı sevebilmek için şairinin, yazarının “ne menem” biri olduğuna takılı kalan insanın, -en azından- ufkunun daralacağına inanırım.
Sanatın dehlizlerinde gezinememek
Misal...
Ankara’ya baksanız yeter.
Nâzım’ın heykelinin yıkılması/yıkılmaması, şairinin isminin bir caddeye verilmesi/verilmemesi belediye meclisinin en şıkırtılı (kılıç-kalkan şakırtısı) gündem maddesi oldu yıllarca.
* * *
Kırk yıl önce Ankara’nın efsane belediye başkanı Vedat Dalokay, Deniz Gezmiş’in mezarından aldığı bir avuç toprağı Moskova’da Nâzım Hikmet’in mezarına serptiydi de...
Ekim 1976’da MSP’li İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk, anında görevden aldı Dalokay’ı.
Danıştay kararıyla geri döndü. Ve o ünlü cümleyi kurdu:
“Yiğit biraz deli gerek...” * * *
Yıldırım Türker’in sözleriyle Sezen Aksu’nun sesinden dinlediğimiz “Kırık Vals” de öyle benim için.
Şarkıda adı geçen Nubar Terziyan’ı 14 Ocak 1994’de yitirdik. O şarkıyı besteleyen/düzenleyen Arto Tunçboyaciyan’ın ağabeyi Onno Tunç da aynı gün, ama iki yıl sonra 14 Ocak’ta hayata veda etti.
İkisi de “Türkiye Ermenisi”ydi.
Kilise töreninin ardından, biri Balıklı, diğeri Şişli Ermeni Mezarlığı’na defnedildi.
* * *
Yeşilçam’ın emektarı Terziyan, ölmeden bir yıl önce yine 14 Ocak’ta Ankara Uluslararası Film Festivali “emek ödülü”nü aldı.
Asıl adı Nubar Alyanak’dı.
Bu sözlerin yazarı Sabahattin Eyüboğlu, 13 Ocak 1973’de, 64 yaşında veda etti hayata...
Sanat aleminin, "halkından çok polisi olan bir şehre" dönüştüğünü de vurguladı.
Bu sözlerle kulağım çınlıyor, günlerdir.
Sanatı “zararlı” bulanların, "oyun"u yine katliama ayarladığı bu demlerde...
* * *
Aklımdan periyodik askeri darbe dönemlerimizde yasaklanan, yakılan cümle “zararlı (muzır) neşriyat” da geçiyor, elbette.
O kitapların, sahibini sorgusuz (daha doğrusu işkencede sorgulu) zindana sürüklediği de geliyor aklıma.