İçinden gelip, başından kulağına titreşimlerle ulaşan sesle, dışından gelen ses farklıdır.
Kendisi dışındaki herkes, sesini kendi duyduğundan çok farklı algılar.
“Dışarıdaki sesi” ile yüzleştiğinde yadırgar biraz ve o mahut soru çıkar karşısına:
“Sahiden böyle mi benim sesim?”* * *
İnsanın içindeki “ben” ile dışarıdaki “ben”i arasındaki bu “ses” farkı, sanki kuytularındaki hali ile dışarıda, gösterdiği hali arasındaki farkın da -itiraf, yüzleşme gibi- örneğidir.
O da benzer bir soruyu getirir:
“Ben böyle mi görülüyor, anlaşılıyorum hakikaten?”* * *
Buradan bir çok “fayideli” kitabın başlığına yerleşen “Yaşama Sanatı” denilen meseleye geliriz ki...
“Kişisel gelişim kitapları”, cürmü-mezhebince bu işin her telden reçetesini verir.
Mutluluğun, zenginliğin, liderliğin, hitabetin, aşkın, neredeyse hayatın tüm sırları -madde madde- serilir önümüze.
De ki, bir hapı eksiktir.Lakin kimine şifa olur, kimine istifa yahut istifra...* * *
Yaşamanın, hayatın bir sanat olduğunu ben de düşünürüm.
Ama sırrı, cevabı insanın içerlerinde, kuytularında gizlidir.
Bu cezbedici gizem, 21 yıl önce bugün 74 yaşında ölen şair, yazar Bukowski’nin de alanıdır.
Şöyle bir 1950’lere, 8 Mart’lara gidelim önce. 1950’de Kadınlar Günü ile ilgili tek haber yok birinci sayfada...
Bir yıl sonra var bir haber ama kara mizah gibi:
“Dün 59 kadın işçi daha zehirlendi...”
1952, 53, 54’te yok. 9 mart 1955’te “Kadınları Koruma Derneği’nin faaliyette” olduğunu yazıyor gazeteler.
Amma velakin, Ahlak Zabıtası ile işbirliği içindeymiş dernek!
ERKEKLERİ “PABUÇLARİYLE” DÖVDÜLER
Ben yalnızlığın cinsiyetinin olmadığını düşünürüm.
İnsanın iyi bildiği, ama zor öğrendiği duyguların önde gidenidir.
Lakin yalnızlığın kadın hali daha koyu gelir insana.
Sanki ona, daha sert dokunur erkek dünyada...
Kalabalıkta bile yalnız olunabileceğini, kadınlar öğretir.
* * *
O nedenle dün gidişinin ikinci yılında andığım Müslüm Gürses, o isminden de muhterem, “hokka burunlu” kadını da düşürüyor aklıma.
Yine geliyor bahar.
Ama bu bahar, kedilere her dem heyecanla kuyruk sallayan köpeğim Ugly yanımda olmayacak.
Boxerların en güzel gözlüsü, en bakışlısı, en iyi huylusu, kedisiyle, insanıyla, herşeyiyle dünyayla barışık olması, ona da ömür katamamış demek.
Gidenler, her bahara bir hasret yerleştirmeye başladı artık.
Yaş almak, böyle bir şey belki.
Müslüm Gürses de yok iki bahardır...
Yine zeytin dallarıyla közlenen ateşin, çevresine dikiyorlar sonra...
Zeytin dalı özeldir çünkü; “zeytin ağacının közleri kolay kolay kül bağlamaz, öteki odun küllerine benzemez, ta uzaklara kadar karanlığı deler, ışığını yöreye cömertçe gönderir”... (¹)Yanan zeytin dalının “nar”ı, buğusu, balıklara geçiyor yavaş yavaş.
Lezzetini başka, “adalı” kılıyor.
* * *
Aylardan haziran.
Şeftali ve nar ağaçları iyice çiçeklenmiş, benim gibi onlar da yakından denize bakıyor.Deniz o kadar durgun ki, karıncalar su içiyor denizden...
İlerdeki bembeyaz değirmenin yanında “ulu çınar iriliğinde incirler, telli kavaklar, kavaklara sarılmış asmalar” da az uzaktan bakıyor bize...* * *
Altı yıl önce Hürriyet’in sürmanşetinde yer alan haber, eski ABD Başkanı Ronald Reagan’ın yayınlanan güncesiyle ilgiliydi.
Ki kendileri, kovboy filmlerinde göğsüne taktığı yıldızıyla “kasabanın şerifi” rolüyle kalmamış... 1983’te “Yıldız Savaşları” olarak adlandırılan sistemin, yani ABD tarihinin en büyük askeri girişimlerinden birini önermişti.
* * *
Günlüğüne de bir not düşmüştü:
“Bir Türk askeri yılda 6 bin dolara mal oluyor.
Eğer onu bir Amerikan askeriyle değiştirmeye mecbur kalırsak, maliyet 90 bin dolara çıkıyor.”
Bu kadar.
Hatta “pazar arkadaşlıkları” bile vardır, “selamsız yabancılaşma”ya inat.
Her hafta aynı saatlerde, aynı pazarcılara giderler mesela.
Domatesi hakiki Ayaş, fasulyesi kılçıksız, dolmalık biberi ince kabuklu olduğu için değil sadece...
Fiyatı uygun olduğundan da değil.
Özellikle yaşlıları nazlatıp, domatesi, hatta biberi, baklayı bile tek tek seçtirdikleri için... (Yaşlılıkta ömür kısalır da, bazı şeylere ayrılan zaman uzar)
* * *
Pazarcıların jargonunda, tekerlemelerinde edebiyatın, mizahın en taze örnekleri gizlidir zaten de...