O an ne yapıyorsanız, öyle.
Sadece beyin donup kalmasa...
Zihinsel melekeler aynen sürse...
O “an”a kadar yaptıklarımızı, yapmayı planladıklarımızı düşünsek.
Ölmeden önce yapmak istediğimiz şeyleri bir kez daha gözden geçirebilsek...
Donduğu o an, “Olsun, yaşadım doya doya” diyebilecek mi hiç kimse?
* * *
TV’den izlemiş, ya da okumuşsunuzdur.
Şanlıurfa’dan Gaziantep’e giden Halil Cengiz minibüste fenalaşıyor. Henüz 25 yaşında...Minibüsün şoförü onu sürükleyerek, kaldırıma bırakıyor. Duvara yaslıyor.
Ayağından düşen tek ayakkabısını, taşıdığı poşeti yanına koyuyor, basıp gidiyor rahatça.
Bazı deyimlerimizin, deyişlerimizin ve onları sessizce kabullenmelerimizin sözü çıksın.
Belki mazereti, “Yolcu yolunda gerek” kabilindendir.
Neden sonra birileri ambulans çağırıyor ama...
Cengiz hayatını kaybediyor.* * *
Bunu, yüksek bir bedel ödeyerek anladığında, şeytanla ilişkisini, yani “şeytanın avukatlığını”, gösterişli, cesur bir duruşmayla sonlandırır.
Tam her şey halloldu derken, bir gazeteci keser önünü.
“Sen bir yıldızsın, seni TV’de 60 dakika haber programına çıkartabilirim, benimle mülakat yap” der.
Avukatımız bir an tereddüt eder, sonra kibirli bir gülümsemeyle “Sabah ara beni” karşılığını verir.
* * *
Gazeteci, mağrur sırıtır. Çünkü şeytan bu kez de gazeteci kılığındadır:
Ve seyirciye göz kırparak, o unutulmaz repliğini söyler:
Nazım Hikmet yarım asır önce 3 Haziran’da veda etti hayata.
Yürek enfraktından...“Hoşgeldin bebek, senin yolunu bekliyor kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma ince hastalık yürek enfraktı kanser filan” demişti ya.
İlk kriz 52’sinde vurdu, 4 ay yatırdı yatağa...
Sitemkardı hastalığına biraz:
“Bir yandan şiir döktür /bir yandan yanındaki ölümle sohbet eyle...”Altmışını bitirdi; “Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden /teper ha babam teper /paralanmaz /teper taşlı yolları” dediği kalbi dahasına dayanamadı.
* * *
Hastalıklar, sanata, bilhassa edebiyata, sinemaya ilham verir her zaman.
Şimdi ajanda genel seçimler var.
Kimi tatilini yarıda kesecek.
Kimi 8 Haziran’da çevirecek yazlığa kontağı...
Çünkü, trafoya kedi medi girmezse, 1994 yerel seçimlerindeki gibi çöplüklerden oy pusulaları çıkmazsa...
“Bir oy, bir oydur” bizim memlekette.
* * *
Böyle der, gider oyumuzu veririz.
Seçim “sath-ı maili”nde, yani seçime eğik yüzeyden yokuş aşağı giderken, söylenecek, homurdanacak şey çok.
Orada da dolusu-boşuyla yağış, gürleme dizboyu.
Ve o da her saat başı basıyor evleri; alt kat-üst kat demeden...
Vaatler ise turfanda yaz meyvesi-sebzesi...
Şekli-şemali güzel, ama yersen.* * *
Lakin ben yine mevsimlere söyleyeneceğim.
Üzerine alınan alınır.
Bir kaç gün içinde paltodan pardesüye geçiyor mevsim de... Pardesü iki günde gardrobuna dönüyor.
Ertesi gün kısa kollu yaz kreasyonları... Atlet, şort, şıpın işi sandalet.
Yani "Bu tarz benim" demek isteyenlerin, elini bayağı çabuk tutması gerekiyor.
Yoksa demode, tarzsız, hatta mevsimsiz kalmak işten değil.
* * *
Bir mevsimin kıvamınca, adabınca geçmemesi sevimsiz bir olay.
Şu yalancı bahara bakıyorum da...
Bu satırları Radyo ODTÜ’nün sitesinden okumuştum.
Düşünüyorum, gözümde canlandırmaya çalışarak.
Issız bir adada doğanın sesi dışında duyulacak tek ses, sadece yanınızdaki o üç şarkı.
Diğer sesler belki yaban.
* * *
Belki hayaller dışında, geçmişle tek -sesli- bağlantı o şarkılar.
Aklımdan üç “ıssız adam”ın, üç şarkısı geçiyor: