Her gittiğimiz yer gibi, Çakraz’da da yanımızdaydı Ugly.Canayakın, sevgi dolu bir kız boxerdı.
Kediden, başka köpeklerden, insanlardan, “gördüğü” şeylerden asla ürkmeyen, korkmayan bir canlı.
Onunla Çakraz’ın içlerine, biraz kırlarına gittik.
Ve bir inekle karşılaştı!
Baktı... Bir anda çakıldı toprağa ve beni ilk kez çekiştirmeye başladı oradan uzaklaşmak için.
Korkmuştu çok, o ebattaki başka bir canlıdan.
Daha önce görmemişti ki...
Aklında işin-gücün bin bir hali yorgun-bıkkın yürürken, içerlerinde tıpırdayan bir tempo olur sokaktan gelen o ses. İçişlerine soluk aldırır.Şehrin o düzen tutmayan gerginliğini, az-biraz akort eder. Bir an için de olsa değiştirir seni.
Çünkü müzik değiştirir insanı...İçini yıkar, dışını parlatır. Yüzüne hüzünle de olsa, tebessümle de... Hoş ifadeler ekler.
* * *
Bizde ne zaman bir yas hali olsa, önce müzik susturulur.Eskiden başta TRT, radyo kanalları da klasik müziğe, birbirinden uzun, ağır konçertolara, senfonilere geçerdi ulusal yas günlerinde.
Seveni için tamam da... Sevmeyeni, kulağı alışık olmayanı bunalsın, daralsın isterlerdi sanki.
Şarkılarla, türkülerle, marşlarla ağlayan, gidenini ağıtlarla, hatta adına yazılmış türkülerle uğurlayan bir toplum için bu yasaklar, bana tuhaf gelir.
Üstü kapalı yerlerindeki “köylü pazarı”nı da atlamayın.
Oradaki taze, bahçe ürünü sebzeleri, meyveleri ve fiyatlarını görünce fahri pazar müfettişi arkadaşlar eminim epey söylenecektir:
“Yahu burada 1.5 liraya satılan domatesin kilosu Ankara’da 6.99... Hem de gerçekten bahçeden mi belli değil.”(Şehirde fiyatlar yuvarlamalı olmaz malum)
* * *
Yol üstünde, Devrek’te mini mini Bastoncular Çarşısı’na göz atabilirsiniz.
Melon şapka eşliğinde metal yahut kemik, gümüş işlemeli, deri takviyeli klasik bastonları seven biri olarak ahşap/ağaç baston bana uzak olsa da, yine de ilginç, görülesi örnekler var.
Ve çarşıyı, Katip (Üsküdar’a Giderken) filmindeki bastonlu, koyu kırmızı fesli-ceketli Zeki Müren’den şarkılar mırıldanarak, kısaca dolaşmak mümkün.
İlk gidişim sanırım 20 yılı geçmiştir. Amasra’nın şirin mi şirin bir kıyı köyüydü o zamanlar.
Ama önce yolundan, bu kısa seyahatteki bir kaç uğrak noktasından söz edeyim.
Uğrak noktası deyince akla, lezzet durakları da geliyor tabi. Ve lezzet tartışmaları...Münakaşayı yani tartışmayı, fikir alışverişini anında “münazara”ya çevirebilen bir toplumuz malum. (Koalisyon görüşmelerinde bu tuzağa -henüz- düşmeyen AKP-CHP'ye geçerken selam olsun)
Yani uzlaşmanın olmadığı, “iki taraftan birisinin yendiği” fikir yarış(tır)malarını severiz biz.
İzini de süreriz, münazaramızın:
“Bak, ben demiştim...”* * *
Lisede iki münazaraya katılmıştım. Birinin konusu, “Atom zararlı mıdır, faydalı mıdır”dı.
İnsanın meşrebine göre; güvencesi de, talihsizliği de, mutluluğu da, mutsuzluğu da şehrin bu özelliğinde gizlidir bazen.
Güvencesi zaaf yaratır. Ve yaşanan yere koşulsuz bağlılık...Yerleşmek, daha da yerleşmek, kök salmak istersin.
Lakin onun da manasına, Cebeci Asri Mezarlığı’nın tenhasında üşümüş bir mezar taşındaki yazıyı okurken ulaşırsın:
“Hep kendime ait bir toprağım olsun isterdim,üzerinde üç mevsim zakkumlar pembelenen...”* * *
Ankara burun buruna rastlantıların mekanıdır.
İstanbul'un tersine, bir süre için bile görünmez olunamaz buralarda.
Çünkü insan bu şehre sığınabilir de, saklanamak.
Gezme, görme tutkusu, çok değil 100 yıl önce sıkı bir maceraydı aslında.
Sadece maceracı ruh değil, sabır da gerektiriyordu.
O devirlerde atlı arabalar, saatte ortalama 9-10 kilometre yapabiliyormuş.
Bu “hız” molalarla, daha da düşüyormuş.
Yani buradan Polatlı’ya gitmek, gün boyu yolculuk...
Yine de engellenememiş insanın seyahat sevdası.
O günlerden bir atasözü, tüm ironisiyle anlatıyor aslında o devirlerin “seyahat”ini:
Seyahat deyince de, 1831 tarihli bir gezi rehberindeki uyarıyı hatırlıyorum:
“Hiç durmaksızın yol almak, seyahat etmenin en sıradan, en anlamsız biçimidir. Yalnızca çok yol gitmiş olursunuz o kadar...’’ (¹)
* * *
“Çay ve ihtiyaç molası” dışında hiç durmadan, konaklamadan bir yere koşturmak, “seyahat” midir onu konuşacağız.
Lakin seyahate ayrılacak zaman, brüt olarak 365 gün çalışmakla mükellef çoğu dünyalı için sınırlı... Bu da seyahati tek adresli “tatil”e dönüştürüyor çoğu örnekte:
“Haftasonunu katınca iki hafta tatilimiz var, hadi koşturalım kumsal(d)a...”* * *
Böylesi “tatil” de çoğu kez “Uzanmışım kumsalda /Güneş damlar içime /Yanmışım sereserpe; sahildeyim, tatildeyim /Yaşıyorum aheste” makamından ibaret tabi.
Büyükşehir Belediyesi, Bahçelievler ve Emek’in tüm cadde, sokak isimlerini/numaralarını iskambil destesini karıp, yeniden dağıtır gibi değiştirirken...
O sokağın numarasını da, -hoyrat bir el ve inatla- değiştirdiler:
Şimdi tabelasında “19. Sokak (Eski 60. Sokak)” yazıyor.
Eski...
Yenisi neyse, kafa karıştırmak, hafızayı mekansız, yönsüz kılmak dışında ne işe yararsa...
Tüm tepkilere, imza kampanyalarına, “Yapmayın, etmeyin o sokaklar kentin, semtin, mahallenin hafızasıdır” karşı çıkışlarına rağmen değiştirdiler.
* * *