Patavatsız bir dizi kahramanı olan “Meraklı Melahat”in, dilimize bir deyim olarak anında yerleşmesi boşuna değildir.
Rahmetli babaannem “Ölünün şeyinden pamuğu çıkartıp bakar” derdi, “merak”ın dur-durak tanımayan, ama böylesi örneklerde bir halta da yaramayan o haline...Merak olsun, torba dolsun.* * *
Şu “online” dünyada şimdi de öyle mi bilemiyorum ama, eskiden etrafı tahta perdeyle çevrilen inşaatların kerestelerindeki budak deliklerinin önünde, “meraklı vatandaşlar” neredeyse gözetleme kuyruğuna girerdi.
Kimi o budaktan hiç bıkmadan temel kazan kepçeyi seyredip iğne deliğinden Hindistan’ı görür, kimi de iki taşı üst üste koyup, dirseklerini tahta perdenin üzerine yerleştirerek inşaatı seyre dalardı.
Al gözüm, seyreyle Salih...
“Hava bedava, bulut bedava, acı su bedava, otomobillerin dışı, sinemaların kapısı, camekanlar bedava”, böylesi meraklar da bedava nasıl olsa...
* * *
Her mevsimi başka yaşar mezarlıklar.
Sonbahar, en çok orada “hazan mevsimi”dir.
Kar yağdı mı eşitlenir; en bakımlısı-en terk edilmişi, en gösterişlisi-en yoksulu benzeşir o bembeyaz örtünün altında.
Huzura benzer bir duygu hissederdim her gittiğimde, servilerle birlik efil efil hüzünlenirdim.
* * *
Lakin yakınlarım, canlarım oraları mekan eyledikçe değişti duygularımın dengesi.
Acıyla randevu oldu mezarlıklar.
Elbette bizde, bizim memlekette böyle.
Google’a girin, sağda “görseller”i tıklayıp, “kaldırım sanatı” yazın.
Batı’daki örnekleri bir görün mesela.
Sonra web ekrana “kaldırım” yazın, aratın.
Karşısınıza bizden anında 453 bin “kaldırım sorunu”, enkaz, engebe, kaldırım işgali vb. çıksın.
Tamam kaldırımın da taşı-döşenmesi filan elbet bilgi, ustalık ister.
Mahallemiz sakin, trafik derdi olmayan bir sokaktı ama uyardık yine de:
“Aman arabalara dikkat et, yola çıkma...”“Bi şey omas” demişti çocukluğunun yarım konuşmasıyla, “Kaldırmadan gidiyorum...”
* * *
Şimdi ne zaman sök-tak durma kaldırılan kaldırımları görsem o kelimesi gelir aklıma:
“Kaldırma...”
Yarım, yanlış telaffuz ettiği o kelime, şimdi durumumuza gayet uygun.
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kimbilir kaçıncı, diyelim “10. Kaldırımları Güçlendirme, Geliştirme ve Yenileme (Sök-Tak) Festivali”nin başladığı bugünlerde demek istiyorum ki; “Kaldırımları kaldırma...”
Ki, besleyenler, akvaryumcular bilir; Siyam Balığı akvaryumunda kendisinden başka hiç bir türdeşine, hatta kendi cinsine bile yaşam şansı tanımaz. (Öfke de beslenir değil mi?)
Ötesi... Karşısına konan bir aynada, akvaryumun camında kendi silüetini görünce, ona bile saldırır.
Kendisi ile bile kavga eder.
Onu ya da kendini yok edinceye kadar savaşır.
O nedenle akvaryumlarda, içerden camla ayrılmış bölümlerde, birbirlerinden ayrı tutulur.
Birlikte yaşayamadıkları için, o dar bölmelere mahkum olurlar ömürleri boyunca, müebbeten...
* * *
“İnsanları Seyreden Güvercin” İsveçli yönetmen Roy Andersson’un filminin adı.
Güvercinin seyrettiği, Andersson’un da filmine aldığı insanlar İsveçli de olsa, aslında “kuşbakışı” olarak bizden çok çok da farklı değil.
Filmin bir çok sahnesinde, akraba duygular yaşıyor insan.
Hele usulca sohbet eden, çok kısık bir sesle de olsa müzik dinleyen insanlara yapılan o mütemadi uyarı:
“Şşşşşş… Yarın insanlar erkenden işe gidecekler…”
Tabi ki ya, yarın insanlar erkenden “iş”e gidecekler.
Sohbetin, müziğin kıymeti mi olur o koskoca, o mühmühim, ehemehemmiyetli “iş”lerin yanında…
Güvercin cemaatinde bir değişiklik seziyorum nicedir.
Hem niceliksel, hem niteliksel anlamda…En azından bizim mahallede, bilhassa oturduğumuz evde.
Pervazlar, kombinin bacası, evin hemen tüm girinti ve çıkıntıları, tünekleri… Balkonlar da, yuvaları artık.
Arka balkonda kimbilir hangi yazdan kalma mangalın altına girmiş birisi.
Balkona çıkınca, sürünerek kaçıyor mangalın altından. Ama uzağa değil! Bir metre öteye konup, bize kilitliyor, kıpırtılı başıyla açı verdiği gözlerini.
Eğilip mangalın altına bakıyorum usulca; iki küçük yumurta…
Dede olmuşuz da haberimiz yok.
İsteyen bazı sebzeleri ayıklanmış, doğranmış, yıkanmış haliyle “pişirmeye hazır” alabiliyor.
Ve pazarda dolmalık biberin, patlıcanın, kabağın güzelce oyulduğu, domatesin püre haline getirilip şişelendiği, biberlerin bile saplarının kesildiği bir hizmetde varmış.* * *
Evet bence bu tembellikten ziyade bir hizmet, bir konfor...
Benim “güzelliğe ayrılan zaman” olarak tanımlamak istediğim, boş zaman yaratma açısından bir fırsat.
Mutfakta yamaklarınca soyulmuş, doğranmış, yıkanmış pişirmeye hazır malzemeyle, işin “sıkıcı”, uğraştırıcı yönünü hafifletip... Yemek yapma keyfini-maharetini zevkle yaşayan bir aşçının konforuna ulaşmayı kim istemez.
* * *
Böyle bir “tembellik”, yan gelip yatmak olarak özetlenebilecek tembellikten farklı kuşkusuz.