Yaşar Sökmensüer

Bana merakını söyle...

17 Eylül 2015
MERAKLI milletiz vesselam. Bu eğitim sistemiyle "merak" duygumuz hâlâ nasıl var merak ediyorum ama... Oto-bota, doluya-boşa herşeyi merak ederiz.

Patavatsız bir dizi kahramanı olan “Meraklı Melahat”in, dilimize bir deyim olarak anında yerleşmesi boşuna değildir.
Rahmetli babaannem “Ölünün şeyinden pamuğu çıkartıp bakar” derdi, “merak”ın dur-durak tanımayan, ama böylesi örneklerde bir halta da yaramayan o haline...Merak olsun, torba dolsun.* * *
Şu “online” dünyada şimdi de öyle mi bilemiyorum ama, eskiden etrafı tahta perdeyle çevrilen inşaatların kerestelerindeki budak deliklerinin önünde, “meraklı vatandaşlar” neredeyse gözetleme kuyruğuna girerdi.
Kimi o budaktan hiç bıkmadan temel kazan kepçeyi seyredip iğne deliğinden Hindistan’ı görür, kimi de iki taşı üst üste koyup, dirseklerini tahta perdenin üzerine yerleştirerek inşaatı seyre dalardı.
Al gözüm, seyreyle Salih...
“Hava bedava, bulut bedava, acı su bedava, otomobillerin dışı, sinemaların kapısı, camekanlar bedava”, böylesi meraklar da bedava nasıl olsa...
* * *

Yazının Devamını Oku

Ölüm, birdenbire...

17 Eylül 2015
MEZARLIKLAR hüzünle sarmaşdolaş bir huzur verirdi eskiden bana... Ayak izi değmeyen avuç içi bahçeleriyle, üzerinde kuruyup kalan çiçekleri, rüzgara eğilen, o sessizlikte fısıldayan servileriyle...

Her mevsimi başka yaşar mezarlıklar.
Sonbahar, en çok orada “hazan mevsimi”dir.
Kar yağdı mı eşitlenir; en bakımlısı-en terk edilmişi, en gösterişlisi-en yoksulu benzeşir o bembeyaz örtünün altında.
Huzura benzer bir duygu hissederdim her gittiğimde, servilerle birlik efil efil hüzünlenirdim.
* * *
Lakin yakınlarım, canlarım oraları mekan eyledikçe değişti duygularımın dengesi.
Acıyla randevu oldu mezarlıklar.

Yazının Devamını Oku

Biraz ciddiyet beyler

16 Eylül 2015
“KALDIRIM meselesi”, gerçekten bizde “mesele” olacak kadar inişli-çıkışlı bir problem. Önceki yazımda biraz söz etmiştim; “Yahu, kare ya da dikdörtgen bir taş değil mi sonuçta?” diyemiyoruz maalesef. Ama hemen her yıl yeniden gündeme gelen o koskoca problem, sonuçta bir taş meselesi aslında...

Elbette bizde, bizim memlekette böyle.
Google’a girin, sağda “görseller”i tıklayıp, “kaldırım sanatı” yazın.
Batı’daki örnekleri bir görün mesela.
Sonra web ekrana “kaldırım” yazın, aratın.
Karşısınıza bizden anında 453 bin “kaldırım sorunu”, enkaz, engebe, kaldırım işgali vb. çıksın.

Tamam kaldırımın da taşı-döşenmesi filan elbet bilgi, ustalık ister.

Yazının Devamını Oku

Kaldırım mı, kaldırma mı?

12 Eylül 2015
UZUN yıllar önceydi. Çok ama çok sevdiğim hocam, meslektaşım, dostum, ağabeyim Güven Etkin’in kızı Zeynep’i görmüştük sokakta... Küçücüktü.

Mahallemiz sakin, trafik derdi olmayan bir sokaktı ama uyardık yine de:
“Aman arabalara dikkat et, yola çıkma...”“Bi şey omas” demişti çocukluğunun yarım konuşmasıyla, “Kaldırmadan gidiyorum...”
* * *
Şimdi ne zaman sök-tak durma kaldırılan kaldırımları görsem o kelimesi gelir aklıma:
“Kaldırma...”
Yarım, yanlış telaffuz ettiği o kelime, şimdi durumumuza gayet uygun.
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kimbilir kaçıncı, diyelim “10. Kaldırımları Güçlendirme, Geliştirme ve Yenileme (Sök-Tak) Festivali”nin başladığı bugünlerde demek istiyorum ki; “Kaldırımları kaldırma...”

Yazının Devamını Oku

Öfke sadece cücede sevimli

10 Eylül 2015
FRANCIS Ford Coppola'nın Rumble Fish (Siyam Balığı) filmini hatırlıyorum. Film siyah-beyazdı. Ama sadece, öfkeyi, kavgayı, şiddeti simgeleyen Siyam Balığı, kan kırmızısıydı.

Ki, besleyenler, akvaryumcular bilir; Siyam Balığı akvaryumunda kendisinden başka hiç bir türdeşine, hatta kendi cinsine bile yaşam şansı tanımaz. (Öfke de beslenir değil mi?)
Ötesi... Karşısına konan bir aynada, akvaryumun camında kendi silüetini görünce, ona bile saldırır.
Kendisi ile bile kavga eder.
Onu ya da kendini yok edinceye kadar savaşır.
O nedenle akvaryumlarda, içerden camla ayrılmış bölümlerde, birbirlerinden ayrı tutulur.
Birlikte yaşayamadıkları için, o dar bölmelere mahkum olurlar ömürleri boyunca, müebbeten...
* * *

Yazının Devamını Oku

Şşşşşş yarın erkenden işe gideceğiz

6 Eylül 2015
ÖNCEKİ yazımı “Ya güvercinler yapıştıkları camlardan, kondukları balkonlardan, pervazlardan -sır, mahrem tanımadan- insanları seyrediyorsa ne olur?” sorusuyla bitirmiştim.

“İnsanları Seyreden Güvercin” İsveçli yönetmen Roy Andersson’un filminin adı.
Güvercinin seyrettiği, Andersson’un da filmine aldığı insanlar İsveçli de olsa, aslında “kuşbakışı” olarak bizden çok çok da farklı değil.
Filmin bir çok sahnesinde, akraba duygular yaşıyor insan.
Hele usulca sohbet eden, çok kısık bir sesle de olsa müzik dinleyen insanlara yapılan o mütemadi uyarı:
“Şşşşşş… Yarın insanlar erkenden işe gidecekler…”
Tabi ki ya, yarın insanlar erkenden “”e gidecekler.
Sohbetin, müziğin kıymeti mi olur o koskoca, o mühmühim, ehemehemmiyetli “iş”lerin yanında…

Yazının Devamını Oku

Ya güvercinler bizi seyrediyorsa

3 Eylül 2015
“TEMBELLİK hakkı”ndan söz etmiştim son yazımda. Bu hakkımın bir bölümünü güvercinleri seyrederek kullandım.

Güvercin cemaatinde bir değişiklik seziyorum nicedir.
Hem niceliksel, hem niteliksel anlamda…En azından bizim mahallede, bilhassa oturduğumuz evde.
Pervazlar, kombinin bacası, evin hemen tüm girinti ve çıkıntıları, tünekleri… Balkonlar da, yuvaları artık.
Arka balkonda kimbilir hangi yazdan kalma mangalın altına girmiş birisi.
Balkona çıkınca, sürünerek kaçıyor mangalın altından. Ama uzağa değil! Bir metre öteye konup, bize kilitliyor, kıpırtılı başıyla açı verdiği gözlerini.
Eğilip mangalın altına bakıyorum usulca; iki küçük yumurta…
Dede olmuşuz da haberimiz yok.

Yazının Devamını Oku

Doğruyum, çalışkanım, tembelim...

29 Ağustos 2015
“TEMBEL Avrat Pazarı” yazımın ardından “tembelliği” biraz da hevesle eleştiren iletiler de aldım. Aslında Halep ve Gaziantep’teki bu pazarlar, bazı örnekleriyle reyon olarak süpermarketlerde de var.

İsteyen bazı sebzeleri ayıklanmış, doğranmış, yıkanmış haliyle “pişirmeye hazır” alabiliyor.
Ve pazarda dolmalık biberin, patlıcanın, kabağın güzelce oyulduğu, domatesin püre haline getirilip şişelendiği, biberlerin bile saplarının kesildiği bir hizmetde varmış.* * *
Evet bence bu tembellikten ziyade bir hizmet, bir konfor...
Benim “güzelliğe ayrılan zaman” olarak tanımlamak istediğim, boş zaman yaratma açısından bir fırsat.
Mutfakta yamaklarınca soyulmuş, doğranmış, yıkanmış pişirmeye hazır malzemeyle, işin “sıkıcı”, uğraştırıcı yönünü hafifletip... Yemek yapma keyfini-maharetini zevkle yaşayan bir aşçının konforuna ulaşmayı kim istemez.
* * *
Böyle bir “tembellik”, yan gelip yatmak olarak özetlenebilecek tembellikten farklı kuşkusuz.

Yazının Devamını Oku