Paylaş
1. Dincilik illeti, namı diğer Allah ile aldatmak.
Din istismarı ve Atatürk aleyhine Haçlı Batı ile işbirliği bunun sonucudur.
2. Dinciliğe yalakalık zilleti,
Allah ile aldatanlara görünüşte karşı çıkarken perde arkasında onların tabanından oy koparmak için onların sloganlarını kullanmaya tenezzül etme onursuzluğu bu psikolojinin sonucudur. Riyakârlığın sembolü olan bu tutum, ülkemizde dürüstlüğün kural olmaktan çıkarılmasına yol açmıştır.
3. Laikliği yanlış okuma hamakati.
İlk iki olumsuzluğa karşı çıkmak adı altında dine, imana, Allah’a bütün kapıları kapatmak, Allah ve din sözcüklerini ağzına almamayı ve böylece tüm alanı dinci hıyanete boş bırakmayı ‘laiklik’ (!) sanmak bu hamakatin sonucudur.
Bu hamakatin temsilcilerine göre, Türkiye’de din üzerinden oynanan tahrip hıyanetine uzaktan seyirci kalmak laikliğin icabıdır. Çünkü laik adamlar (!) din söylemlerini ağızlarına almamalıdırlar.
Veyl olsun bu saçmalayan mantığa!
Son yıllarda, işte bu saçmalayan mantık yüzünden, sözde ‘Türk solu’, yediği kazık ağzından çıkmış olmasına rağmen büyük hatasının farkında olmamakta ısrar ediyor. Allah ile aldatan ve camileri birer parti lökaline çeviren dinci siyaset (veya hıyanet) ise bu sözde Türk soluna, uykusundan uyanmasın diye yirmi dört saat dua ediyor.
Bu üç olumsuzluk Türk siyasetini çürümeye götürdü; siyasete güven ve saygıyı yok etti.
Daha kötüsü, yeni ve yenici siyaset adına eskinin en kahırlısı olan dinciliği ülkenin başına bindirdi. Ve halkı, emperyalizmin kodamanlarıyla işbirliği yapmış dinci ekiplere teslim etti.
MASKELİ SİYASETLERİN GETİRDİĞİ YER
Siyasette çürümenin göstergelerinden biri, gizlilik veya ‘kapalı kapılar ardında iş bitirme’ yöntemidir. İlkesizliğin, kitle ile kaynaşmaktan kaçışın, halka güvensizliğin alâmeti farikası olan bu yöntem, Türk siyasetinin, ne yazık ki temel niteliği haline gelmiş bulunuyor.
Türkiye’de siyaset halkla yapılmıyor, üç kağıt tezgâhının bezirgânlarıyla kotarılıyor.
O bir türlü anlayamadıkları, anlamadıkları için de sevemedikleri Atatürk’ün başarısının ve gün geçtikçe onur düzeyi yükselen tarihsel kişiliğinin altında açık siyaset veya halkla birliktelik yatmaktadır.
Atatürk’te, kapalı kapılar arkasında siyaset yok. Her şey; tüm inişler-çıkışlar, olumlu-olumsuz gelişmeler, acılar, ıstıraplar, sevinçler, kahırlar, ümitler ve kaygılar hep halkla paylaşılıyor. Her şey halkla birlikte ve halkın bilgisi dahilinde.
Onurun da, kalıcı başarının da sırrı burada. Türkiye’nin düzlüğe çıkmasının sırrı da burada.
Emperyalist-egemen dış güçlerden icazet alıp içeride halkı sürü gibi gütmek yerine, icazet ve yetkiyi halktan alan ve halkın siyasete katılımına imkân veren bir anlayışa ulaşmak, yani halkın siyasete katılımını sağlamak düzlüğe çıkışın tek koşuludur.
Siyasette böyle bir olgunluğa ulaşmanın koşulu ise paraya dayalı siyasetten, katılıma dayalı siyasete geçmektir.
Oylarının büyük kısmı; dağıttığı paraya, kömüre, eşyaya ve nihayet, halkı Kur’an’a yemin ettirme alçaklığına dayanan iktidarlar, kaderine sahip onurlu bir toplum yaratmak yerine başkalarının merhamet ve güdümüne teslim olmuş omurgasız bir ‘kullar yığını’ yaratıyor.
Haçlı emperyalizm de bunu istiyor. Bunu istediği içindir ki, Türk halkını raiyye (sürü) olmaktan çıkaran Mustafa Kemal’i istemiyor. Ve bunun içindir ki, Mustafa Kemal’e kin ve düşmanlığı Allah’a imanlarının üstüne çıkaran nankörleri baş tacı ediyor, koruyor, kolluyor, destekliyor, besliyor.
Emperyalist Batı; aklın prangalarını kırmış, yaratıcı-özgür benliklerden oluşan bir Türkiye’den çok korkuyor. Ve Batı biliyor ki,kullaştırılmış yığınlar şunu asla soramaz:
“Neden bizi, aşını işinden kazanan insanlar haline getirmiyorsunuz? Neden ulusal gelirin % 80’lik kısmını nüfusun % 5’lik bir kesimi paylaşıyor?”
Kullaştırılmış yığınlar, kursağına atacak birkaç lokma bulunca gerisine fazla bakmadan kafasını sallaya sallaya yürümeye devam eder. Yürümeye ve üremeye. Hele bir de bu kafa sallamaya din-mukaddesat-maneviyat (!) yaftalarıyla dokunulmaz payandalar temin edilmişse, kullar yığının uyanması İsrafil surunun üfürülmesine kalır.
Aklını işleten onurlu insanlar, “Ekmeğe saygılı olun, çünkü gökler ve yerler ekmeğin üstüne oturur!” (hadis) sözünü, emeğe, insanın aşına ve işine saygının önemine vurgu olarak anlar.
Gerçek müminler bunu böyle anlar. Ama hurafe ve Allah ile aldatma dininin aldatılmış mensupları bunu anlamak yerine ‘iane çadırları’ arar. Oralarda bir biçimde karnını doyurunca da susup oturur.
Allah yerine Allah ile aldatanlara kul olmayı hüner sanan raiyye (sürü), abdi memlûk (iradesini başkasına satmış köle. Tâbirler Kur’an’ındır)toplumların kurtuluşu, Allah ile aldatma baronları tarafından yüreğine ve beynine vurulan prangaları kırmaya bağlı bulunuyor.
Kullaştırılmış yığınların dünyasında, ekmek parçasının yere düşmesini önlemek üzere tedbir almak ibadet olur ama, emeğe ihanet eden iç ve dış zalimlerin ekmeğin-aşın tümünü alıp götürmesini önlemeyi istemek ‘hır çıkarmak, fitne yaratmak’ sayılır.
Allah ile aldatılarak köleleştirilmiş yığınların dünyasında, anlamının ve ruhunun tam tersine işletilen temel kurum ve kavram dindir.
Raiyyeleşmiş yığınları güdenler çok iyi bilirler ki, dinin ruhunu karartıp anlamını tersine çevirmedikçe siyaseti raiyye gütmek sanatına dönüştüremezsiniz.
Mâbetler, Allah’a değil de ‘raiyye güdücüler’e teslimiyetin öğretilip belletildiği yerler haline getirilmeden, aldatma ve sömürme tezgahını işletmek mümkün olmaz.
İnsanlığa yöneltilmiş en zehirli ve uzun ömürlü kahırların mayalandığı yer, esas anlamının tersine işletilen mâbet görüntülü mahbeslerdir.
Mâbedin mahbes (hapishane) haline geldiğini fark edememek veya zamanında fark edememek insanoğlunun en yıkıcı gafleti olmuştur.
Ne yazık ki, bu gafletin uyuşturucu etkisi artarak devam etmektedir.
Paylaş