ABD-İsrail ikilisinin Lübnan’da Hizbullah savaşçıları önünde çuvallaması üzerine yine ‘Türkiye’nin önemi’ gündeme geldi.
‘Türkiye’nin Önemi’ndeki ‘önem’, üzerinde ittifak edilen bir gerçek olmaktan çok, belirli zamanlarda Türkiye’yi tavlamak ve bazen cepheye, bazen de pazara sürmek için kullanılan ve anlamı herkese göre değişen acaip bir ‘mavi boncuk’ örneğidir.
Bu mavi boncuk, Hıristiyan kurmaylar tarafından Türkiye’yi yönettiklerini sananların ha bire eline verilir, onlar boncuğa bakıp dururken ülke ‘önemli’ hale gelen geçit noktalarını aşmak üzere dağa-tepeye, taşa-kayaya, bazen de uçuruma sürülür. Irak Operasyonu denen işgal ve tahrip hareketinde bu mavi boncuk, Türkiye’yi ‘dindaş ve komşu kanı akıtmak’ gibi bir günaha bulaştırmak için kullanılmak istendi ama, Türk Parlamentosu, ünlü ‘1 Mart tezkeresi’ni ret ederek oyunu bozdu.
Lübnan ölüm pazarına sürmedeki ‘önem’ oyununu ilk bozansa, basiretine güvenimizin sonsuz olduğu Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer oldu. Sezer’i izleyen bütün Türkiyeci güçler, Lübnana’a asker göndermeye “Hayır!” demişti.
Gayret kuşağını kuşanmalı, bir yıllık işi bir ayda, bir aylık işi bir günde, bir günlük işi bir saatte yapmalıyız. Bizi geride bırakanlar kadar uyumak, onlar kadar yemek, onlar kadar eğlenmek bizim hakkımız değil.
Türkiye'yi aydınlığa çıkarıncaya kadar, doyasıya uyumamak, doyasıya yememek, doyasıya eğlenmemek, tarihin önünde onurun doruğuna yükselmekle eşanlamlıdır. Çünkü beklenen zihniyet devrimini bunu yapanlar getirir; kitlenin ufkunu onlar açar, Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne ve ötesine onlar taşır.
Türkiye’de yılda 152 gün resmen tatil. Yani beş ay. İki milyon memur üzerinden hesaplandığında bunun ekonomik-malî ifadesi yılda birkaç yüz trilyondur.
Çalıştığımızı söylediğimiz günlerde ne kadar çalıştığımız ise ayrıca tartışılmalıdır.
Aynı Türk işçisi, Almanya'da aynı işte çalıştığında, üretimi Türkiye'dekinin altı-yedi katı olmaktadır. Sebep, zihniyet iklimi. Zihniyetin kişideki varlığı şöyle dursun, kişinin bulunduğu ortamdaki etkisi bile büyük farklar yaratıyor.
Cumhuriyet'in en büyük getirisi, yarattığı zihniyet devrimi idi. Onun içindir ki, günümüz Türkiye'sinde eğitim imkânları ve düzeyi Cumhuriyet'in ilk yıllarıyla kıyaslanmayacak ölçüde zengin olmasına rağmen, yitirdiğimiz aydınlığın yarattığı boşluk bizi geriye götürmektedir.
Heyecan, yaratıcılık ve yarışma arzusu, eğitimden çok, zihniyetin ürünüdür. Büyük idealler okuldan çok, toplum öncüsü büyük ruhların, ediplerin, şairlerin, düşünürlerin etki ve ilhamlarıyla vücut bulur. Zihniyet devrimlerini bu büyük öncüler yaratır. Okul onu kalıcı kılar, geliştirir.
İsrail, çölü yeşillendirirken, Müslüman dünya, o arada Türkiye yeşil alanları birer birer çölleştirmektedir. Finlandiya, orman arazilerini 1992’de devletleştirdi. AB’ye girmek için çırpındığımızı gören Avrupalı bize hiçbir zaman “Ormanlarınızı koruma altın alın. Çünkü orman artık ağaç değil, bir eko sistemdir” demiyor.
Temel sebep, Atatürk'ten sonraki döneme damga vuran ‘devlet adamı noksanı’dır. Çok politikacı yetiştirdik de fazla devlet adamı yetiştiremedik. Ama her şeye rağmen şu bir gerçek:
Türkiye büyük ülke, Türk milleti büyük millet. Türkiye; tarihiyle, diniyle, halkıyla, kültür ve düşünce mirasıyla ve bütün olumsuzluklara rağmen, ekonomisiyle büyük ülke. Türk ekonomisi büyük ama problemli, sıkıntılı bir ekonomi.
Türk ekonomisinin sıkıntıları ekonomik gerekçeler ile izah edilemez.
Türk ekonomisi, Türkiye'nin hüsrana uğratılmasının siyasal aracı olarak dıştan tertiplerle sarsılmaktadır.
Ayrıntılarını, ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ kitabımızın ‘Şirk’ bahsinde verdiğimiz bu ‘şirk belirtisi’ne Kur’an’ın nasıl parmak bastığını görelim:
“Dinlerini parça parça edip fırkalara/hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.” (En’am, 159)
“Onlar işlerini aralarında parçalayıp çeşitli zübürlere/kutsallaştırılmış hizip kitaplarına ayırdılar. Her hizip, yalnız kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. Artık sen onları bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak.” (Müminûn, 52-54)
“İşte şu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de Rabbinizim. O halde bana ibadet edin. İşlerini aralarında parçaladılar. Hepsi bize dönecekler.” (Enbiya, 92-93)
Kimseye ‘eşek’ demek gibi bir niyetimiz asla yoktur. Malum, "teşbihte hata olmaz" denmiştir. Hele hele bu teşbih (benzetme) Kur'an'da yer almışsa, bunda hata görmek, hakaret kastı aramak çok yanlış olur.
Kur'an, eşek benzetmesini, kendisi ile kendisi dışında din kaynağı yapılan kitapları ve kişileri karşılaştırırken kullanmaktadır. Eşek istiaresi (iğretileme) daha sonra sûfî düşüncede, özellikle Mevlâna Celaleddin sisteminde çok kullanılmıştır.
Mevlâna sisteminde eşek, şehvetperestliğin, ahmaklığın, kabalığın, basiretsizliğin, karanlığın, ucuzculuğun, takıyyeciliğin sembolüdür. Cehalete yenik düşmüş kalabalıkları nitelerken de eşek sembolünü kullanıyor Mevlâna ve kendisini, ‘eşek sürüsünün kulağına gerçeği ulaştırmayı başaran bir Tanrı eri’ olarak tanıtıyor.
Mevlâna, eşek istiaresini kullanarak şu ilginç mesajı da veriyor: Yolun doğrusunu açık ve net biçimde bilmeyenler eşeğin gittiği yöne bakıp onun tam tersine gitsinler; yolun doğrusu odur. Biz buradan hareketle bugünkü sıkıntılarımızı aşmada çok âcil reçeteler yakalayabiliriz.
Çeşitli boyutlardaki görünümünü ve seyrini ‘Kur'an'daki İslam’ kitabımızda genişçe ele aldığımız bu hegemonyanın burada sadece temel belirişlerine değineceğiz.
Anılan hegemonya, bütün hayatını putçuluğa karşı mücadele vermekle geçiren Hz. Muhammed’in, Musevî ve Hıristiyan mitolojisinden aktarılan hurafelerle övülmesi süreciyle başladı.
"Beni, Hıristiyanların Hz. İsa'yı övdükleri gibi övmeyin; bana, 'Allah'ın kulu ve elçisi' deyin." (Buharî, enbiya, 48)
emrini veren ve kendisi için ayağa kalkanlara:
"Benim için kıyama durmayın; kıyam yalnız Allah için olur." (İbn Sa'd, Tabakaat, 1/387; Tirmizî, Şemâil, 159)
sözleriyle engel olan bir peygamber, hürmet putperestliğinin uydurmalarıyla çehre değişikliğine uğratılarak örnek alınabilecek bir ‘insan peygamber’ olmaktan çıkarılıp göklere, bulutların ötesine gönderilmiştir. Tıpkı Hz. İsa’ya yapıldığı gibi.
Tüm bunlar, Allah’ın elçisi olan Hz. Peygamber’in Allah'ın bir tür ortağı konumuna getirilmesi ve tebliğ ettiği kitabın buyruklarıyla çelişen bir yığın uydurma sözün sahibi gibi gösterilmesi pahasına yapıldı. Bu günahın faturasını elbette ki insanlık ödeyecekti. Ve Kur'an'la arasına sokulan duvarlara başını vura vura ödemektedir.
Allah ile aldatanların hegemonyası.
Yedek ilahlar hegemonyası.Allah’ın yetkilerini kullanmaya kalkanların hegemonyası.İnsanları din diye parçalayıp bölenlerin hegemonyası. Allah ile aldatmak üzere Allah’ın vekili gibi iş görmeye kalkanların veya o mevkie yükseltilenlerin hegemonyası.
Hangisini alırsanız alın, özü ve amacı itibariyle tamamen Kur’ansal bir tespit üzerindeyiz. Daha doğrusu, Kur’an’ın dikkat çektiği bir büyük yıkımın, bir büyük belanın değişik adlarıyla karşı karşıyayız.
“Fırkalar yaratmak üzere rableştirilmiş kişiler...” deyimi Kur’an’ındır. (Yusuf Suresi, 39)
Kur’an, bu ayetiyle, şirkin yani din adı altında örtülü putperestliğin temel iki görünümünü bir kelam mucizesiyle birkaç sözcükte vermiştir: 1. İnsanları rableştirme, 2. Din adına fırkalar, klikler oluşturma. Yani din adı altında bölücülük yapmak.