OTELE asılan pankartın ömrü beş dakika bile sürmüyor. Beş dakika sonra pankart makasla kesiliyor. Pankarttaki cümle, pek çok mitingde ve dün atılan sloganla aynı:
"Katiller bulunsun, hesap sorulsun."
İşçiler 1 Mayıs 1977’nin katillerinden söz ediyor. Katiller otuz yıldır bulunmuyor, otuz yıldır hesap sorulmuyor. Sadece 1 Mayıs 1977’nin değil, pek çok cinayetin katilleri hala aramızda.
DİSK o sloganı dün bir pankarta dönüştürüyor ve Taksim’deki bir otele yukardan aşağıya asıyor. Aaa, o da ne?
Çok değil, asıldıktan beş dakika sonra, birileri pankartı makasla kesiyor.
510 VE 511 NO’LU ODALAR
1 Mayıs 1977 katliamında Taksim’de toplanan insanlara bu otelin beşinci katından ateş ediliyor. Otelin 510 ve 511 numaralı odalarından.
O gün, o odalarda kimlerin kaldığı bugün hálá sır. Bu bilinmezlik müthiş bir şey. Katliamın belki de, püf noktası.
Dün akıl almaz bir rastlantı. Dün yine aynı netameli beşinci kat.
Dünkü pankart yine beşinci katta birileri tarafından kesiliyor.
Al sana provokasyon. Asıldıktan beş dakika sonra, pankartın kesilmesi, buz gibi provokasyon. Gerçi, daha sonra aynı pankart en üst katta yeniden açılıyor.
Ama, kim ya da kimler kestiyse, haydi bulun şunları, boyunuzu görelim.
Bir başka gariplik, Taksim’e giden sendikalarla ilgili.
DİSK hükümete muhalif. Taksim’e girmesinde sorun var. Yine de, nihayet Taksim’e giriyor.
Demek Taksim’e gitmek mümkünmüş. Demek, Taksim yasağı anlamsız bir direnme imiş. Demek Taksim siyasal iktidarların fobisi imiş.
Bununla birlikte, DİSK yürüyüşe başladığı andan itibaren, yan sokaklardan onlara katılmak isteyenlere polis yine basınçlı su ve biber gazı kullanıyor. Yine çatışma, yine cop, yine panzer, ama vurgulamak gerek, öte yanda da, taşlı, sopalı saldırılar.
Diktatörlüklerin asıl, demokrasinin istisna olduğu Güney Amerika ülkelerinde bile görülmeyen görüntüler dün yine İstanbul’da. Geçen yılki gibi olmasa bile.
İstanbul, başka yerde yok.
Bir başka ülkede bir yılda zor yaşanabilecek olaylar, Türkiye’de bir haftada gelip geçiyor. Türkiye güne yeni bir skandal, yeni bir çatışmayla uyanıyor. Başka bir çekişme, başka bir faciayla yatıyor.
Ve bu ülke yönetiliyor,öyle mi?
Yönetilmediği Tayyip Erdoğan’ın üç yıl, iki yıl ve geçen yılki fotoğraflarıyla bugünkü fotoğrafının karşılaştırılmasından belli. İki, üç yılda on yıl yaşlanmış gibi.
Hani yazarlara dava yoktu
YAKLAŞIK bir ay kadar önce, yanılmıyorsam, Çetin Altan için düzenlenen törende Tayyip Erdoğan kürsüde övünüyor:
"Yazarlara ve kitaplara artık dava açılmıyor."
Erdoğan bu sözüyle, az zamanda büyük işler başarmış iktidarı döneminde ulaştığı demokratik aşamayı vurguluyor.
Ceza yasasının özgürlüklere ket vuran maddeleri Özal döneminde kaldırılıyor. Yazarlar ve gazeteciler belli ölçüde rahata kavuşuyor, ama kaldırılan maddeler daha sonra başka maddelerle, yine düşünce ve ifade özgürlüğünü engellemeye devam ediyor.
Tayyip Erdoğan, "hayır, o dönem geride kaldı" diyor. Benim ülkeme demokrasi geliyor, müjdeye bakın siz. Ama, her zaman olduğu gibi, sevinç yine kursakta kalıyor.
Milliyet’ten arkadaşım Nedim Şener, Hrant Dink cinayetini araştıran bir kitap yazıyor. Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları başlığı ile.
Cinayet işlendiği sırada Trabzon Emniyet Müdürü olan Ramazan Akyürek ile İstihbarat Dairesinde müdür olan Ali Fuat Yılmazer kitabın yazarı Nedim Şener’i savcılığa şikayet ediyor.
Şikayet üzerine, Nedim Şener hakkında 17 yıla kadar hapis istemiyle dava açılıyor.
Onca cinayetlere istenen cezalara bakıldığında, Nedim için istenen ceza, baklava çalan çocuklara verilen ceza gibi.
Sonuçta bu bir kitap. Ama, dava terör suçlarına bakan ağır ceza mahkemesinde görülecek.
Daha bir ay önce, Tayyip Erdoğan’ın övünmesini hatırlıyorum, kulakları çınlasın.