KARA kitaplarda her ne kadar, vatandaşlık görevlerinden biri de oy vermektir, diye yazıyorsa da, Türkiye’de bu görevi yerine getirmeyenlerin oranı hayli yüksek.
Seçimler itibariyle yapılan bir bilimsel çalışmaya göre, seçmenlerin yüzde 29’u sandığa gitmiyor. Kaba bir hesapla, her üç seçmenden biri, yaklaşık on beş milyon seçmen vatandaşlık görevini yerine getirmiyor. Daha da önemlisi, onlar oy vererek değil, oy vermeyerek hepimizin kaderini belirliyor. Çünkü, seçime düşük katılım her zaman, bütün seçimler itibariyle, birinci partiye, günümüzde AKP’ye yarıyor. Bir istatistik profesörü seçime katılma oranları ve seçim sonuçlarıyla ilgili bir çalışma yapıyor. BİLİMSEL BULGULAR Çalışmanın bulgularını şöyle sıralamak mümkün: 1-Türkiye’de seçime katılım oranı genellikle düşük. Ortalama yüzde 71 dolayında. 2-Sandığa gitmeyenlerin büyük bölümü aslında muhalefet partilerine oy verecek olanlar. 3-İktidara oy verecek olanlar, günümüzde AKP seçmeni, çok yüksek oranda sandığa gidiyor. 4-Seçime katılım ne kadar düşük olursa, birinci partiye o kadar yarıyor. 5-Seçime katılım oranı yükseldikçe, birinci partinin milletvekili sayısı azalıyor. Çalışmada bu örneklerle gösteriliyor. Katılım yükseldikçe, muhalefet güçleniyor. Hatta, iktidar hesapları değişiyor. Sandığa gitmeyen ve oy kullanmayan on beş milyon seçmenin hepsi değil, sadece beş milyonu bile oy kullansa, partilerin çıkartacağı milletvekili sayısında hesaplar alt üst oluyor. SON PİŞMANLIK Onun için yarın sandığa gidip oy kullanmak gerek. Verilmeyen her oy, aslında AKP’ye verilen oy anlamını taşıyor. Kaldı ki, kime verilirse verilsin, oy kullanmamak başkalarının kaderini etkileyen, vatandaşlık kurallarına aykırı sorumsuz bir davranış. Oy vermeyenler, hangi gerekçeyle oy kullanmıyor, gerçekten meraka değer. Git ve oyunu kullan. Git ve ülkenin kaderini değiştir. Git ve başkalarının kaderiyle oynama. Bir atasözü var, son pişmanlık fayda vermez, pişman olmak istemiyorsam, yarın mutlaka oyunu kullan
Ahmet Altan’ın savunması
YAZISINI okuduğumda bazen kendi kendime, “ya Ahmet sen ne yazmışsın, fazla abartıyorsun” diyerek, ona uzaktan kızıyorum. Bazen tam tersi. Onun bir başka yazısını okuduğumda, yine kendi kendime “bir konu ancak bu kadar mı iyi yazılır” diye onu uzaktan alkışlıyorum. Siyasal düşüncelerine katılırız, katılmayız, ama Ahmet şimdi sırf yazdığı bir yazıdan dolayı yargılanıyor, Başbakan onu mahkemeye veriyor. Önceki gün ilk duruşmada Ahmet savunma yapıyor. Mükemmel savunmadan bir bölüm: “Bir zamanlar şiir okuduğu için sistemin efendileri tarafından hapsedilmiş bir kurbanın, kendisi iktidara geldiğinde yazarların hapsedilmesini isteyen birine dönüşmesi, o adamın geçtiği yollarda yaşadığı yenilgilerden değil, zaferlerden dolayı yolunu şaşırdığını gösterir. Bugün bu gerçek, bu davanın kendisinden de, benim hapsedilmemden de, daha büyük önem taşıyor. Çünkü, bu başbakan yeni bir zafer kazanmaya hazırlanıyor. Taşımakta zorlanacağı yeni bir zaferi daha olacak. Ben, bunun bedelini, başta kendisi olmak üzere bütün ülkenin ödemesinden çekindiğim için kendisini uyarmak istedim.” Şapka çıkartıyorum bu savunmaya. Ayrıca, yazılarından dolayı yazarların, gazetecilerin yargılanmadığı bir ülkede yaşamak istiyorum. Ve medyada bu yönde ortak bir duruş arıyorum.
Anayasayı değil Güneydoğu’yu konuşacağız
SEÇİM sonrasının en önemli konusu yeni bir anayasa olarak sunuluyor. Hatta, geçenlerde Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek bu yöndeki gündeme, “anayasa, anayasa, anayasa” diyerek keskin bir vurguda bulunuyor. Ben sanmıyorum. Yeni bir anayasanın gerekli olması ve bu yönde hazırlık yapılması ayrı, gündemin acil sorunu olarak yeni bir anayasanın takdimi ayrı. Bana kalırsa, seçim sonrasında gündemin ilk sırasına Kürt Sorunu oturacak. En çok Kürt Sorununu tartışacağız. Hele de, BDP otuz dolayında milletvekili çıkartırsa, Kürt Sorunu daha da ağırlık kazanacak. Çözüm için talepler iyice artacak. Fiili durumlar doğabilecek.