Paylaş
“Bizim rüzgar tarlalarımız var, Doğudan Batıya, Kuzeyden Güneye biz rüzgardan enerji elde edebiliriz”.
Rüzgardan enerji elde etmek için, kurulacak santralın maliyeti şu kadar, çok düşük. İlk yatırım şu kadar, çok düşük, son yatırım şu kadar, çok düşük. İşletme maliyeti şu kadar, çok düşük.
Ülkemizin kurulu gücü 45 bin megawatt, rüzgardan elde edilebilecek enerji, kurulu güçten fazla, 48 bin megawatt. Tertemiz, pırıl pırıl enerji.
Rüzgar tarlaları ve oradan elde edilecek enerjiden ilk kez söz edildiğinde, sanki Amerika’yı yeniden keşfediyormuşuz gibi heyecan dalgası kaplıyor.
Sonra ne oluyor? Fıss, foss, fass, gerisi gelmiyor, temiz enerjiye inananların hevesi kursağında kalıyor.
SU, GÜNEŞ, LİNYİT
Aynı heyecan dalgası, hevesin kursakta kalması hidroelektrik santrallarında yaşanıyor.
Bizim akarsularımızdan elde edilebilecek enerji miktarı 140-170 milyar kilovatsaat. Bunun henüz üçte biri kullanılıyor.
Yıllardır, “su akar, biz bakar” tekerlemesine taş çıkartacak girişimler yapılıyor. Gerçi, HES’lerle ilgili yerel çevre sorunları çıkıyor, ama onları aşmak işten değil.
Ya güneş enerjisi? Ona henüz el değmiş değil. Uzmanların esprili değerlendirmesiyle, “el değmiş değil, sıcak olduğu için herhalde”.
Güneş enerjisinden elde edilecek elektrik 380 milyar kilovatsaat.
Burada verdiğim rakamların hepsi devletin resmi verileri, altını çizmek istiyorum.
Ve de linyit. Bizim 12 milyar ton linyit rezervimiz var, şu anda bunun sadece üçte biri devreye alınabilmiş durumda.
Şu anda 192 milyar kilovatsaat elektrik üretiyoruz. Bunun yüzde 16’sı kayıp-kaçak hanesine yazılıyor. Elektrik şebekesi, dibi delik kova gibi.
HANGİ NÜKLEER
Büyüklerimiz zaman zaman çıkıyor, “enerji kaynağımız yok, tek çare , nükleerdir” diyor.
Doğru değil.
Mal meydanda. Kullanılabilir enerji türlerinden hiç birine gereği kadar yüz verilmiyor ve nükleer enerji diye tutturuluyor.
O tutturduğunuz nükleer enerjinin insanlığın başına açtığı felaketler ortada. Ne Amerika dinliyor, ne Rusya, ne Japonya.
Güvenilir değil. Her türlü güvenliğe rağmen, herhangi olumsuz bir koşulda radyasyon bir yerlerden fena halde sızabiliyor. Sızdığında, bizi ve insanlığı kuşaklar boyu tehdit altında bırakıyor.
Akkuyu Nükleer Santralı???? Ecemiş Fayı ile kucak kucağa. Bu riski bir siyasal iktidar nasıl alabiliyor? Ve hala “bizde bir şey olmaz” mantığı.
Tam tersine, günlük hayatın her anına, her türlü kesitine bakın, asıl bizim başımıza her şey gelebilir.
Bir nükleer felaketi yaşamak istemediğimize göre, bu işten bir an önce vazgeçmek gerek.
Danışmanlardan Amasya’da basın özgürlüğü dersi
BAŞBAKANIN iki danışmanı. Turan Erol ve Harun Çelik.
Amasya’ya gidiyorlar. İMKB’de çalışan bir arkadaşları AKP Amasya’dan milletvekili adayı. Ona destek vermek için Amasya’da halkın arasında karışıyorlar. Halkla birlikte otururken fotoğrafları var.
Onları kimse tanımıyor. Gayet doğal. AKP İl Başkanı onları tanıtıyor. Öyle olunca, Amasya’daki yerel gazeteciler onlara yaklaşıyor, soru sormak istiyor. Onlar yüksek perdeden, önce Türkiye’nin ulaştığı nurlu ufukları anlatıyorlar:
“İçerde ve dışarıda ekonomide çok başarılı olduk, ekonomimiz gün geçtikçe daha iyiye gidiyor. Dış politikada büyük işler yapıyoruz. Bizim AB’ye ihtiyacımız yok, asıl AB’nin bize ihtiyacı var”.
Bu terane böyle devam ederken, gazetecilere uyarıları eksik değil:
“Biz burada yokuz, bizi görmediniz, duymadınız”.
İş iyice renkleniyor. Yerel gazetecilerden biri soru sormak istiyor, onlar damdan düşercesine:
“Bizi karalayan haber yapma, sonra gazeten kapanır”.
Elbette, kimse kalkıp soru soramıyor.
Bu haberin çok özetini dün Cumhuriyet’te okuyorum. Amasya’yı arıyorum, oradaki gazeteci arkadaşlarla konuşuyorum. Buraya ayrıntıları aktarıyorum.
Ne demek, soru sordurmamak, ne demek, “bizi karalama, sonra gazeten kapanır” demek?
Tehdide bakar mısınız? Basın özgürlüğü anlayışına, basın üzerindeki otoriter tavra? Adamların elinde bir tek
kamçı eksik.
Türkiye’nin dört bir yanında, kim bilir, buna benzer daha neler yaşanıyor.
Paylaş