Yalçın Doğan

Pembe tabloya piyasadan itiraz

15 Nisan 2008
"Yirmi beş yıldır ilk kez vergimi ödeyemedim, ceza geldi."<br><br>Bunu söyleyen bir kuyumcu. "On yıldır kredi kartımın borcunu ilk kez ödeyemedim."

Bunu söyleyen deri ceket, deri çanta satan bir dükkan sahibi.

"Altı aydır dükkanımın kirasını ödeyemiyorum."

Bunu söyleyen havyardan peynire, baldan sucuğa kadar, her türlü gıda ürünü satan büyük bakkaliye sahibi.

Burası İstanbul’da halkın rağbet ettiği alışveriş merkezi, piyasanın kalbinin attığı yer, Mısır Çarşısı, ilerisi Tahtakale.

YÜCEL VE TANLA İLE

Geçen cuma Bahattin Yücel (Turizm eski bakanı) ve Bülent Tanla (eski milletvekili) ile Mısır Çarşısı ve Tahtakale’yi boydan boya dolaşıyoruz.

Piyasada durum ne? Kural aynı, ekonomik krizin ayak sesleri önce burada duyuluyor. Halkın sıkıntısı önce buraya yansıyor.

Bizden bir gün önce Mısır Çarşısı’nda anons: "Dışişleri Bakanımız Sayın Ali Babacan ve misafirleri çarşımızı şereflendirecektir, kendilerine kolaylık gösterilmesi ricasıyla..."

Babacan
’ın konukları Pasifik ülkelerinden gelen bakanlar. Babacan’ın eşi o bakanların eşleriyle Mısır Çarşısı’na geliyor. Kolaylık göstermeye gerek kalmıyor, çünkü öyle aman aman alışveriş yapan çıkmıyor.

ÖZAL’IN ZİYARETİ

Mısır Çarşısı esnafı hep bir ağızdan:

"On aydır işler kesat, geçen yıla göre bazı mallarda fiyatlar düştü, ama yine de alan yok."

Alışveriş ne kadar düşüyor? Esnafın tamamı: "Yüzde altmış azaldı."

Yine de, bize ikramda kusur yok. Lokum, çay, çifte kavrulmuş.

Şimdi turist mevsimi. "Abi, turist de para harcamıyor."

Mısır Çarşısı ve Tahtakale’nin hali böyle ise, gerisi perişanlık.

"Rahmetli Özal ara sıra gelir, hatır sorar, piyasayı bizden öğrenir, sonra talimat verirdi, şimdi bizi ne arayan var, ne soran. Artık buramıza geldi, hálá yaprak kımıldamıyor."

Demeçlerle ekonomide pembe tablo çizenlere Mısır Çarşısı’nı öneriyorum.

Çarşıda parti kapatma

BAHATTİN Yücel ve Bülent Tanla ile gezimizin son durağı siyaset. AKP’ye oy veren, vermeyen, veren ama artık vermeyecek olan ayrışıyor.

- "Beni dört yılda bir bayıltıyorlar, Amerika’nın seçtiği birine oy veriyorum. Erbakan cumaya bile gidemiyor, aynı davadan yargılanmış Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, bu nasıl oluyor?"

- "Bizi yöneten parti kapatılıyor, bundan daha kötü ne olabilir? Biz Tayyip’e istikrar için oy verdik."

İlginç olan, istikrar için oy verenler, ekonomik krizden şikayet ediyor. Aksini düşünen de var:

- "Parti kapatmaktan bana ne, borsanın yüzde 70’i yabancıda, onlar düşünsün."

- "Tayyip’e inandık, ama o bizi çok yordu. Tayyip’le bizim geleceğimiz yok. Parti kapatmak gereksiz, ilk seçimde zaten gidecek."

Lehte ya da aleyhte, tablo karamsar.

Türbanla yükselen nesil

MISIR Çarşısı ve Tahtakale’yi dolaşırken Bahattin Yücel ve Bülent Tanla ile birbirimize danışıyoruz. Üçümüzün de gözlemi aynı:

"Kadınların dörtte biri türbanlı."

Burası halkın tam temsil edildiği yer. Esnaf:

"Kim ne giyerse giysin, bize ne. Ama, son iki yılda türban çok arttı. Ekonomik kriz vardı, Tayyip türbanı çıkardı, kendi balına çomak soktu."

12-13 yaşında çocuklar, 18-20 yaşında genç kızlar, anneleri başörtülü, onlar türbanlı. "Yükselen yeni nesil" türbanla yükseliyor.
Yazının Devamını Oku

Usame’nin hedefi yine ABD mi

13 Nisan 2008
ABD’li saygın araştırmacı gazeteci Steve Coll uyarısını yapıyor yine: "Usame Bin Ladin genel anlamda ülkelerin dış politikasını etkileyen çıkışlar yapıyor. Bana kalırsa, 11 Eylül saldırısı gibi, şimdi yine ABD planları içinde. Amerikan seçimleriyle ilgili eylem düşünüyor gibi..." Salim Bin Ladin, Usame Bin Ladin’in kardeşi. Beş sevgilisi var. Beşine de evlilik ve birer villa. Bir Amerikalı, bir İngiliz, bir Fransız, bir Alman ve bir Danimarkalı. Eh, İslami kurallara göre mümkün.

Ama, bir koşulu var. Her biri, Salim ne zaman isterse hazır ve nazır olacak. Ve villanın önünde onlara ait arabalarda, ait oldukları ülkelerin bayrağı dalgalanacak. Keyif bu ya. Birleşmiş Milletler misali.

Abdullah Bin Ladin’in Cidde’de bir seyahat acentesi var. Hasan bin Ladin dünyaca ünlü bir kafe zincirinin Ortadoğu temsilcisi. Bekir Bin Ladin, Dubai’de gökdelenlerle meşgul. Daha ilginci aynı Bekir, Amerikan ordusuna askeri helikopter alımı yapan bir firmada ortak.

Bin Ladin Ailesi’nin bazı üyeleri Hollywood’da bazı filmleri finanse ediyor. Bazıları yine ABD’de özelleştirilen hapishane ve havaalanlarının sahibi.

Buna karşılık, dünyadaki terörist listelerinde bir numarayı kimseye bırakmayan Usame Bin Ladin Afganistan-Pakistan sınırında Kuzey Veziristan’da dağlarda dolaşıyor. İnanılmaz güvenlik, haberleşme, uzay teknolojisi eşliğinde. Dağları karış karış biliyor.

SON ANDA KAÇTI

Madem yıllardır terörist listesinde başı çekiyor, özellikle ABD, hele de 11 Eylül New York saldırısı sonrasında Usame’yi yakalamak için neden harekete geçmiyor?

Aslında geçiyor, daha Clinton’ın başkanlığı döneminde. Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA, Usame’nin yerini belirliyor. Roketle vurma kararını Başkan Clinton’a iletiyor. Hem de üç kez. Ancak, Clinton her seferinde vazgeçiyor. Roketlerin çocuklara da zarar verebileceği kaygısıyla. Ayrıca, Clinton döneminde ABD’nin siyasal öncelikleri arasında, Usame geri planda.

11 Eylül saldırısı sonrasında Başkan Bush, Usame için düğmeye basıyor. Pakistan sınırına yakın Tora Bora’da, Amerikan Onuncu Dağ Komando Birliği Usame’yi sıkıştırıyor. Ama, o son anda kaçmayı başarıyor.

22 kadından 54 çocuk sahibi Muhammed Bin Ladin’in 17. çocuğu Usame, Suriyeli bir kadından doğma. Babası Muhammed onun için hep örnek. Dini bütün bir Müslüman. İşini yürütmesini iyi biliyor.

"Ölüm bize hep yakındır" sözünü ağzından düşürmeyen Muhammed, dünya nimetlerine uzak değil. Daha 14 yaşında doğduğu yoksul köyü terk ediyor. Yarı aç, yarı tok Kızıldeniz’i ve çölü geçiyor. Orada sürünme, burada iş yapma, arada firma kurma derken, yıllar içinde Suudi Arabistan kraliyet ailesine yakınlaşıyor. Onların güvenini öyle kazanıyor ki, bakan koltuğuna bile oturuyor.

YAZARIN UYARISI

Amerikalı yazar Steve Coll bir zamanlar Güneydoğu Asya’da muhabir. Önce Washington Post, şimdi New Yorker’da yazıyor. İki kez saygın basın ödülleri arasında yer alan Pulitzer’i kazanıyor. Araştırma gazeteciliğin ABD’deki önde gelen isimlerinden biri.

Son olarak "The Bin Ladins, an Arabic Family" (Bin Ladinler, Bir Arap Ailesi) adında bir kitap yazıyor. Geçenlerde piyasaya çıkan kitap Usame Bin Ladin’e ilişkin ne varsa, en ince ayrıntılarıyla anlatıyor. Aktardığım bilgiler o kitaptan.

Usame her terör olayında akla ilk gelen isim. Ya bugünlerde? Steve Coll kasım ayındaki Amerikan seçimlerine gönderme yapıyor: "Usame Bin Ladin genel anlamda ülkelerin dış politikasını etkileyen çıkışlar yapıyor. Benim tahminim farklı. Bana kalırsa, 11 Eylül saldırısı gibi, şimdi yine ABD planları içinde. Amerikan seçimleriyle ilgili eylem düşünüyor gibi..." (Der Spiegel, sayı 14, s. 114).

Bu müthiş önemli bir tahmin. Seçimler yaklaşırken, Amerikan yönetimi, Usame’yi yakından inceleyen Coll’ün değerlendirmesine önem veriyor.
Yazının Devamını Oku

Hepimiz idam ediliyoruz

12 Nisan 2008
YAŞAMINDA hiç görmediği yargıcın cenazesini taşıyor. Derin bir saygıyla. Sadece kardeşiyle ilgili verilen idam kararına karşı çıktığı için değil. Aynı zamanda yargıcın meslek yaşamı boyunca, idam kararları karşısında gösterdiği tutuma saygı olmak üzere. Kendi özel kayıtlarına sessizce düştüğü borcu ödemek üzere.

Deniz Gezmiş idama mahkum oluyor. Yargıçlardan Nihat Saçlıoğlu, önüne gelen başka davalarda olduğu gibi, Deniz’in, Hüseyin’in ve Yusuf’un idam kararına da karşı oy kullanıyor.

Saçlıoğlu birkaç yıl önce aramızdan ayrılıyor.

Cenazesini taşıyanlar arasında Bora Gezmiş de var, Deniz’in ağabeyi.

Gözyaşlarımı tutamıyorum.

Gezmiş ve Saçlıoğlu Ailesi ilk kez cenazede karşılaşıyor. O yargıcın oğlu, edebiyat dünyasının yakından tanıdığı isim. Yazar Mehmet Saçlıoğlu.

Ben belgesel diye buna derim.

DUYGU YÜKLÜ

Önceki gece Nebil Özgentürk ve arkadaşları aralarında benim de bulunduğum bir grup gazeteciye, duygu yüklü saatler yaşatıyor.

Masada TV’lerdeki dizi kirliliğinden sıyrılıp, düzgün senaryosu, oyunu ve çekimiyle milyonlarca insanı TV başına kilitleyen Hatırla Sevgili ekibi. Yönetmen Ümmü Burhan, senarist Nilgün Öneş, genel yönetmen Tomris Giritlioğlu.

Nebil Özgentürk’ün deyimiyle, "kahraman kadınlar". Belgesel gibi, ince elenip sık dokunması gereken bir yapıma dürüst imza atan kadınlar. Onlar para karşılığında bir kişi ya da grubu yüceltmek adına belgesel yapmıyor. Belgesel adı altında tüccarlığa prim vermiyor. Belgesel tüccarları çoktan afişe oluyor.

Ama, bu kahraman kadınlar, onlar, Türkiye’nin belleğini geri getiriyor, gri alanları temizliyor. İzleyenleri ayna karşısına oturtuyor, kişisel bilançolarıyla yüzleşmek üzere.

Bu gibi belgesellerde duygu yükü ağır basıyor. Duygu şart, yaratıcılığın itici gücü. Ortaya çıkan ürünle birlikte başlayan yabancılaşma, bizi gerçeklerle yüz yüze getiriyor. O gerçekler, yeni bir duygu seli.

HATIRA DEFTERİ

İşte, önceki akşam tam öyle.

Sohbetle başlayan akşamda, bir belgeselin dokuzuncu bölümünü izliyoruz. Dün akşam CNN Türk’te yayınlanan bölümünü. Türkiye’nin Hatıra Defteri.

Nebil Özgentürk’ün belgeseli, Türkiye’nin Hatıra Defteri 1923-2008 yıllarını kapsıyor. 105 tane, 4 dakikalık gerçek öyküler. Her biri insana ok gibi saplanıyor.

Biz, o defterin iki sayfasını izliyoruz. Türkiye’nin Hatıra Defteri sonuna eklenen iki öyküyü. Deniz Gezmiş bölümü, Babalar ve Oğullar ile Aşk Olsun Çocuk.

Deniz Gezmiş’in yakalanışı,Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la birlikte mahkeme süreci ve idam.

Gözyaşlarımı tutamıyorum. Masadakilerin tamamı gibi.

Babalar ve Oğullar bölümünde, Bora Gezmiş’in yargıç Nihat Saçlıoğlu’nun cenazesini taşıdığı an. Mehmet Saçlıoğlu ile cenazede karşılaşması. Birbirini ilk kez gören iki insan. Birbirini çok iyi tanıyan iki insan. Babalar ve Oğullar.

Masamızda Bora Gezmiş, hepimizin ortasında oturuyor.

Bora Bey kardeşinin idam sahnesini daha fazla izleyemiyor. Gözlerini kuruladığı mendil sırılsıklam. Masadan kalkıyor, dışarıya atıyor kendini.

Hepimiz dışarıya atıyoruz kendimizi.

Hepimiz idam ediliyoruz.

Cenazeyi hepimiz taşıyoruz.
Yazının Devamını Oku

’Laiklik yoksa AB de yok’

11 Nisan 2008
AB ruhunun ayini gibi. Yüzde 47 dışında, AKP’ye oy vermeyen yüzde 53’ün yüreğine su serpiyor. Hatta, AKP’ye oy veren yüzde 47 içindekilerin önemli bölümünü rahatlatıyor. Ayindeki konuşma AB Komisyon Başkanı Barroso’ya ait: "Laiklik zedelenirse, tehlikeye düşerse, Türkiye-AB görüşmelerine zaten biz son veririz. Laiklik AB’nin olmazsa olmaz koşuludur. Laikliğe önem vermediğimiz gibi, bize yöneltilen eleştiriler çok yanlış. Laiklik çökerse, demokrasi de çöker ve AB-Türkiye ilişkileri kopar".

Dün Ankara’ya gelen Barroso’nun ilk ziyaret tarihi 31 Ocak. O sırada Türkiye’de türban kavgasından göz gözü görmüyor. Ayrıca, 301 ucubesi satır gibi. AB, ziyareti tek taraflı erteliyor.

Dün başlayan ziyaretin tarihi birbuçuk ay önce belirleniyor. O zaman AKP kapatma davası henüz açılmış değil.

YANLIŞI GİDERMEK

Davaya AB tepki gösteriyor. "Parti kapatma demokrasiyle bağdaşmaz" açıklamaları.

Tamam, bağdaşmaz, ya laiklik? Bu açıklama pek çok çevrede haklı olarak yadırganıyor. Laiklik tehlikeye düşüyorsa, hangi demokrasi?

Dün tuttuğum nabza göre, Barroso Türkiye ziyaretinde AB’nin laikliğe verdiği önemi özellikle vurgulamaya karar veriyor. Yanlış anlamaları giderme açısından.

AB’deki bu görüşü Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’ye aktaracak. Yukarda tırnak içinde aktardığım üslup çerçevesinde.(Ben bu satırları yazarken, o görüşmeler henüz yapılmamıştı).

PKK TERÖR ÖRGÜTÜDÜR

Barroso’nun iki konuda daha güven tazeleyeceğini tahmin ediyorum.

1-PKK terör örgütüdür. PKK’nin terör örgütü listesinden çıkartılması söz konusu değildir.

Buna fazlasıyla ihtiyaç var. Bir süre önce bir mahkemenin PKK’nin terör örgütü olmadığı yönündeki kararı hepimizi ayaklandırıyor. Karardan hemen sonra AB resmi açıklama yapsa bile, Barroso o yanlışı gidermek istiyor.

2-AB’de yavaşladınız. Tam üyelik için yeniden hızlanmak gerek.

Gerçekçi bir gözlem. AKP, AB’yi siyasette askerin ağırlığını azaltmak yolunda kullanıyor. Bu düzenleme sonrasında frene basıyor. AKP işine geldiği yerde AB diyor, gelmediği yerde, "böyle demokrasi olmaz" feryatları.

Barroso gerçekten bu mesajları verirse, Ankara’ya gelmeden önce, kendi ekibiyle belirlediği bu tavra sadık kalırsa, Türkiye’yi rahatlatır.

Ya AKP-AB ilişkileri? AKP kendi derdinde. Siyasal jargondaki topal ördek pozisyonunda. Siyasal iradesi, yönetme gücü zayıflamış anlamında.

Hangi kız meselesi

AKDENİZ Üniversitesinde öğrenciler arasında çıkan çatışma kız meselesine indirgeniyor. Yanlış. Sadece Mart ayında çeşitli üniversitelerde yaşanan olaylar bu yanlışı sergilemeye yetiyor.

10 Mart, Uludağ Üniversitesi. 13 Mart, Dokuz Eylül Üniversitesi.21 Mart, Abant İzzet Baysal Üniversitesi. 21 Mart, Eskişehir Anadolu Üniversitesi. 25 Mart, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi.

Bu üniversitelerde çıkan olaylar, polis kayıtlarına karşıt görüşlü öğrenciler arasında çatışma olarak geçiyor. Kavga, yaralama, gözaltı. Bazı üniversiteler olaylar nedeniyle birkaç gün tatil ediliyor.

Karşıt görüş, solcu, ülkücü, bir bölümü türbandan yana olanlar ve olmayanlar arasında.

Kız meselesiyle filan ilgisi yok. İdeolojik. Hafife almaya gelmez.
Yazının Devamını Oku

’Ahmaklığın yürüyüşü’

10 Nisan 2008
TAHTA at Truva’nın önünde. Kentin kapısında bekliyor. Truva’lıların bir bölümü, "biz bu atı almayalım" diyor, bir tehlike seziyor. Çoğunluk ise, "almaktan yana". Çoğunluk üstün geliyor, tahta at kente alınıyor. Alınmakla kalmıyor, tahta atın kente alınmasına karşı çıkanlar hapse atılıyor.

Tahta at Truva’ya alınıyor ve Truva tarihten siliniyor.

***

Önce İsveç Kralı XII. Karl deniyor. Onu yıllar sonra Napoleon izliyor. Aradan yaklaşık yüz elli yıl geçiyor. Bu kez Hitler benzer deneme içinde. Üçü de, kış koşularında Rusya’ya saldırıyor.

Her üç deneme sırasında, birileri "kışın Rusya’ya saldırmayalım" diyor. Çoğunluk saldırmaktan yana. Çoğunluk üstün geliyor, Rusya’ya saldırılıyor. Askeri sefere karşı çıkanların rütbeleri sökülüyor.

Üç saldırı da, saldıranlar açısından felaketle sonuçlanıyor.

***

Sanayileşmiş ülkeler yoğunlaşan biçimde havaya karbondioksit gazı salıyor.

Uzmanların bir bölümü "bu kadar karbondioksit dünyada ısınmaya neden olur ve hepimiz zarar görürüz" diyor, insanlık için tehlike görüyor. Daha fazla para kazanmaktan yana olan çoğunluk, "o kadar zararlı değil" tezinde. Çoğunluk üstün geliyor, karbondioksit için önlem alınmıyor. Orada kalmıyor, pek çok ülkede bu uzmanlar "firmalarının çıkarlarına aykırı davranmakla" suçlanıyor, işlerinden oluyor.

Karbondioksit salgısı global ısınmaya yol açıyor. İnsanlık hızla bir felakete sürükleniyor.

***

İngiliz Kralı III. Georg’un hataları sayesinde İngiltere Amerika’yı yitiriyor, dev bir ülke doğuyor. Amerikan tekelleri "sadece biz kazanalım" hırsıyla az gelişmiş ülkelere saldırıyor, yıllar sonra ok onlara saplanıyor ve koca firmalar kartondan evler gibi yıkılıyor. Amerika Vietnam’da batağa saplanıyor.

Her olayda azınlık ve çoğunluk var. Her olayda çoğunluğun dediği oluyor, ancak tarih azınlığı doğruluyor.

HÜKÜMET EDENLER

Amerikalı tarihçi Barbara Tuchman muhteşem bir kitap yazıyor. "The March of Folly". Ahmaklığın Yürüyüşü. Almanca tercümesinde biraz daha ileriye gidiliyor. Kitap Almanca’ya "Die Torheit Der Regierenden" başlığı ile çevriliyor. Hükümet Edenlerin Sersemliği.

Tuchman, yukarda bazı örneklerini aktardığım gibi, kitabında tarihteki belli olayları inceliyor. Her seferinde şu sonuca varıyor:

"Dünyanın herhangi bir coğrafyasında ve herhangi bir zamanında, o ülkede yaşanan olaylarla ilgili, birileri mutlaka doğruları söylüyor. Ancak, doğruyu söyleyeler azınlıkta. Oysa, onlara kulak verilmiş olsa, o ülkelerde tarihin akışı çok başka olabilirdi."

Elbette, çoğunluk da, doğruları buluyor. Çoğunluk ya da azınlık, doğruyu söyleyen kim? Sorun, o anda doğruyu kimin söylediğini bilmek.

Bunun için fal bakmaya gerek yok. Azınlığın da, haklı olabileceğini bir an için düşünmek yetiyor. İki görüşü de, dinlemek, tartmak. Bunun için erdem gerek.

Çoğunluğa sahip olmanın cazibesiyle, kendini hep haklı görmek, çevrenin bu haklılık duygusuna tuttuğu temponun sihrine kapılmak, insanları, kurumları ve ülkeleri felaketlere sürüklüyor.

Amerikalı tarihçi bu tutumu "Ahmaklığın Yürüyüşü" olarak niteliyor.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin kaderi 1215 delegede

9 Nisan 2008
"GENEL başkan seçimi, 22 Temmuz’da CHP’ye oy vermiş 7.5 milyon kişinin huzurunda yapılsa, Deniz Baykal barajı geçemez." Gözlem doğru, tespit yerinde.

Halkla ilişkileri iyi. Danışmanları iyi çalışıyor. Onlar beni birkaç gün önce, arka arkaya gazetecilerle görüşen Umut Oran ile buluşturuyor. Umut Oran’ı ilk kez görüyorum.

Genç, sakin, dünyaya açık, bilgili, yurt içinde ve dışında sivil toplum örgütlerinde görev yapmış, kendi mesleğinde (tekstil) başarılı, kendisini iyi ifade ediyor. Türkiye’nin sorunlarını iyi tanımlıyor.

Umut Oran bu ay sonunda yapılacak CHP Kurultayında genel başkanlığa aday.

Düşüncelerini açıklarken, Baykal’a saygıda kusur etmiyor. Ama, gerçekleri dile getirmekten de kaçınmıyor.

DEĞİŞİM VE DEĞİŞİM

"Deniz Baykal iktidarı hedeflemiyor. Parti içi demokrasiyi işletmiyor. Siyaseti halka rağmen yapıyor. CHP kapalı devre, dünyada böyle bir parti yönetimi örneği yok. Parti halka, gençlere, kadınlara, iş dünyasına ve diğer sol partilere kapalı. Bu hem CHP’yi, hem Türkiye’yi kaosa itiyor. Kaostan kurtulmak gerek."

Umut Oran’ın söylediği doğrulara son yıllarda katılmayan yok. CHP’ye oy veren 7.5 milyon insan, oyunu daha sandığa atarken, "elim kırılsın, CHP’ye oy verdim" diyor.

Neden? Baykal’ı neden sevmiyor? CHP’den umudunu neden kesiyor? Oy veriyor, çünkü ya AKP ya MHP. Başka seçeneği yok.

Buna karşı Umut Oran:

"Ben yeni siyaset anlayışını temsil ediyorum. O anlayış değişimden geçiyor. CHP’nin iktidar olması için, CHP’nin değişmesi gerek. Hem muhalefet anlayışında, hem iktidar hedefinde, hem parti içi demokraside değişim."

POLİTBÜRO SİSTEMİ

Sözler iyi, ama genel başkan seçilmek için, CHP kurultayından 1215 delegeden en az 608 oy almak gerek ya da katılanların yarısından bir fazla. Umut Oran:

"Ben delegenin sağduyusuna inanıyorum. Delege Deniz Baykal’a artık inanmıyor."

Bana kalırsa, o kadar kolay değil. 1215 delegenin önemli çoğunluğu Baykal’ın seçtirdiği insanlar. Üstelik, öyle bir tüzük var ki, daha genel başkan adayı olmak için bile, "en az 240 delegenin genel başkanın gözü önünde o kişiyi aday gösterdiğine ilişkin imza vermesi" gerek. Dünyada eşi yok.

CHP’de genel başkan ve parti yönetimi, Sovyet modelini andıran Politbüro kurmuş durumda. O kadar katı ve kırmak zor.

Yine de, sorumluluk 1215 delegenin. O 1215 delege CHP’nin, dolayısıyla Türkiye’nin kaderini elinde tutuyor. O 1215 delegenin kendini aşması gerek.

Kaldı ki, başka bir aday daha var. Haluk Koç. Yani, bir başka 240 delege de, Haluk Koç için imza verecek.

İki aday için 480 delege eder ki, o zaman Baykal zaten kaybetmiş durumda. Bana kalırsa, şu anda resim öyle değil.

CHP’de değişim, Türkiye’de CHP’ye iktidar yolunun açılması anlamında.

AKP’de nihayet ortak akıl

İSİMLERİNİN başında "Prof" unvanı taşıyan ama, bilimsel tarafsızlığa teğet geçen anayasacılara kulak asmıyor AKP.

"Kapatma davası açılmışken anayasayı değiştirmek etik açıdan tartışılabilir, ama hukuken mümkün, anayasa her zaman değişir" diyen bu profesörlerin fetvalarına aldırmıyor. Demokrasiyi kağıt üzerinde görmüş, ama uygulamasını kavramaktan uzak bu "hocalara" demokrasi dersi veriyor.

Yargı darbesi, yargıçlar hükümeti gibi, pompalanan kavramlara yüz vermiyor. Parti kapatmayı güç kılan modeller için, TBMM’deki diğer partilerle anlaşmaya varmadan, zorlama yapmayacağını belirtiyor. Mahkemeyi kendi sürecinde bırakarak, ülkeyi daha yoğun bir bunalıma sürüklemekten kaçınıyor.

AKP hakkında kapatma davasının açıldığı 14 Mart’tan bugüne kadar geçen süre içinde en soğukkanlı, en aklı başında kararı veriyor. Kavgadan uzak duracağını ilan ediyor.

AKP’de ortak akıl nihayet egemen oluyor. Umarım bu söz sözdür ve sözünden dönmez. Tecrübeyle sabit, çok kısa süre önce de, bu gibi akıllı açıklamalar, bir bakıyorsunuz, unutuluyor. Ve ülke yine gergin, ve sinirler yine ayakta.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’da Pasifik Zirvesi

8 Nisan 2008
VANUATU, Kribati, Palau, Tonga, Tuvalu, Fiji, Cook Adaları, Nauru, Solomon Adaları, Niue, Marshall Adaları, Papua Yeni Gine, Samua, Micronezia ile Avustralya ve Yeni Zelanda. Bu ülkeler yarından itibaren üç gün bizim konuğumuz. Bizim canımız, ciğerimiz. Üç gün boyunca, onları İstanbul’da ağırlıyoruz. Dil, tarih, coğrafya, diplomasi, dış politika, eğlence, gezi her şey bu konuklarımız için.

Konuklarımız Pasifik Adalarından geliyor. Türkiye İstanbul’da Pasifik Ülkeleri Zirvesi düzenliyor. Haritaya bakmaya gerek yok. Türkiye neresi, Pasifik Adaları için İstanbul’da zirve neresi?

ON MİLYON DOLAR

İstanbul’a gelmeden önce, onları armağanlara boğuyoruz.

O kadar ki, bir ülkenin jeneratör ihtiyacı mı var, o da mı mesele, jeneratör bizden.

Bir diğerinin binasını onarmak, ötekinin pasaportlarını bastırmak, bir başkasının yurt dışı masraflarını karşılamak hep bizden.

Avustralya ve Yeni Zelanda hariç, ondört ülke için bugüne kadar on milyon dolar harcıyoruz. Helal olsun, madem ki, Pasifik’teki dostlarımızın ihtiyacı var, mesele yok. Ama, neden?

OY VE OY VE OY

İstanbul’daki Pasifik Zirvesi’nin nedeni, BM Güvenlik Konseyi geçici üyelik adaylığı.

İstanbul’da onlara kulis atacağız. Eylüldeki seçimde bize oy vermeleri için.

Expo 2015 uçup gittikten sonra, dış politika şimdi bu adaylığa asılıyor. Geçenlerde Karayipler’de kenarda kalmış bir ülkeden gelen Başbakanı ağırlamak ne ise, onaltı Pasifik ülkesini İstanbul’da ağırlamak aynı şey.

Adı geçen ülkeler İstanbul zirvesine dışişleri bakanı ya da farklı düzeylerde katılıyor. Davet edilenler arasında, o ülkelerin BM delegeleri de yer alıyor.

Üç günlük ziyaret sırasında onlara dış politika brifingi sunuluyor, ekonomik işbirliği kapıları açılıyor. Ayrıca çevre, global ısınma ve ortak sorunlar.

Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği (iki yıl sürüyor), aslında iyi bir hedef. Hepimizin desteklemesi gereken bir girişim. Yanlış olan, pratik. Yöntem ve üslup. Halkla ilişkiler. EXPO’da ortaya çıkan yanlışlık burada.

Yarın başlayacak zirvede Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın davet edilen ülkelerin temsilcisiyle tek tek görüşmesi öngörülüyor. Ondan ötesi, vur patlasın, çal oynasın.

Demirel’in onlardan birine ziyareti

İLHAN Selçuk on günü aşkın süredir hastanede tedavi görüyor.

Hastane ziyaretçilerle dolup taşıyor. Geçen gün İlhan Selçuk’a geçmiş olsun ziyaretinde bulunanlardan biri de, 9. Cumhurbaşkanı, uzun süre Başbakanlık koltuğunda oturanlardan Süleyman Demirel.

Demirel
’in İlhan Selçuk’a ziyaretini öğrenince, 60’lı, 70’li yıllara gidiyorum. Demirel’in tek başına ya da koalisyonlarla iktidarda olduğu yıllara. Yirmi yıl boyunca, İlhan Selçuk yazılarında Demirel’i yerden yere vuruyor. Ona yapmadığı eleştiriyi bırakmıyor. Kişisel ve ideolojik. 12 Eylül’den sonra, dozu azalsa da, İlhan Selçuk, Demirel’i eleştirmekten yine geri kalmıyor.

İki gün önce Demirel o İlhan Selçuk’u ziyaret ediyor. CNN Türk’ün ilginç haberlerdeki anonsu gibi, bu haber söze gerek bırakmıyor.

Hayır, AKP iktidarına bir ders bırakıyor. Medyayı, iş dünyasını, sanatçıları, bilim adamlarını ve daha kimleri "biz ve onlar" diye ikiye ayıran AKP’ye bir ders. AKP diliyle, Demirel onlardan birini ziyaret ediyor.

Kendini aşmanın ve hoşgörünün simgesi.
Yazının Devamını Oku

Rumuz RTE

6 Nisan 2008
Kutunun kapağını açın, kırmızı bir kurdele, "RTE" damgalı. Pelür bir kağıt kravatı sarıyor. Baştan sona "RTE" damgalı. Kağıdı açın, kravatın arkasında "RTE". Kutunun içinde kırmızı bir küçük kutu daha var. Şimdi o kutuyu açın, yine pelür kağıt, baştan sonra "RTE" damgasıyla donatılıyor. Ve elbette mendil üzerinde yine "RTE". Üzerinde "Türkiye Başbakanı" yazmıyor. Sadece, "RTE". Kişiye özel armağanı ifade etmek için olsa gerek.

Kısaca RTE, Recep Tayyip Erdoğan. Türkiye Başbakanı.

Bazı yazarlar, belki biraz da umursamadıklarını belli etmek üzere, yazılarında Başbakan Erdoğan’ın adı geçiyorsa ondan "RTE" diye söz ediyorlar. Uzun zamandır süren bir tavır.

Bu tavır Turgut Özal’la başlıyor. Özal döneminde, "TÖ" diye yazmak, Turgut Özal’dan söz etmek anlamında. Yine, Özal’ı umursamayan bir ifade.

Hakaret içermediği sürece, herkes istediği gibi yazmakta özgür. Beni ilgilendirmiyor. Ama, ben bu üsluba katılmıyorum, o da benim kişisel tercihim. Ölçü olarak Batı basınını alıyorsak, orada böyle bir üslup yok.

Türkiye’de Tayyip Erdoğan dışında, başka liderleri de benzer üslup çerçevesinde yazmak mümkün. Örneğin, "DB". Ama, burada karışıklık çıkabilir. Çünkü, şu anda ön planda olan iki "DB" var. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli. En iyisi, Batı kuralları ve geleneklerimiz doğrultusunda düşüncelerine katılmasak bile, liderleri isimleriyle anmak ve yazmak.

RTE DAMGASI

Ne var ki, bu kuralı bozan doğrudan Recep Tayyip Erdoğan. Yazı, çiziyle değil. Verdiği armağanlarla. "RTE" rumuzunu ya da kısaltmasını doğrudan kendisi kullanıyor.

Recep Tayyip Erdoğan yabancı konuklarına, yakınlık duyduğu kişilere ya da birlikte çalıştığı kişilere zaman zaman, yerine göre ve belli nedenlerle armağan veriyor.

O armağanlarda da bol bol "RTE" damgası ya da rumuzunu kullanıyor.

Örneğin, kravat ve mendil. Tıpkı fotoğrafta görüldüğü gibi, "RTE" damgaları armağan kutusundan başlıyor. Türkiye Cumhuriyeti amblemli, kırmızı renkteki kutunun arkasında kocaman bir "RTE" damgası. "TSE" damgası gibi. Kutunun kenarında yine aynı "RTE" rumuzu, daha küçük.

TASARIMI ATIL KUTOĞLU’NDAN

Kapağı açın, yine kırmızı bir kurdele, "RTE" damgalı.

Pelür bir kağıt, kravatın sarılı olduğu ince kağıt. Baştan sona "RTE" damgalı. Kağıdı açın, kravat, arkasında "RTE".

Kravatla birlikte bir mendil. Mendil kutuda. Kırmızı kutunun üstünde "RTE". Şimdi o küçük kırmızı kutuyu açın, yine pelür kağıt, baştan sonra "RTE" damgasıyla donatılıyor.

Ve mendil. Ve elbette mendil üzerinde yine "RTE".

Tercih meselesi. Üzerinde "Türkiye Başbakanı" yazmıyor. Sadece, "RTE". Kişiden kişiye özel armağanı ifade etmek için olsa gerek.

Kutuya, kağıda, kravata ve mendile bakıyorum. Moda açısından, iyi bir dizayn. İpek kravat, ipek mendil. Bu dizayn Avusturya’da yaşayan Türk modacı Atıl Kutoğlu’na ait.

Bir başka soruşturma daha yapıyorum. Geçmişte, örneğin Süleyman Demirel ya da Turgut Özal, cumhurbaşkanı ya da başbakan olarak ya da Bülent Ecevit başbakan olarak armağan vermeleri gerektiğinde, verdikleri armağanlarda ne yapıyorlardı?

Onlar sadece imza atmakla yetiniyor. Tek bir imza. Her tarafı bol rumuzla döşenmiş bir armağan yok.

Ahmet Necdet Sezer mütevazı tutumuyla, burada zaten söz konusu bile değil.

Demek ki bu, Recep Tayyip Erdoğan’a özgü bir alışkanlık. Alışkanlık kişiden kişiye değiştiğine göre, Erdoğan’ın tercihi "RTE" rumuzu kullanmaktan geçiyor.

Gerçi, rumuz kravat ve mendilin arkasında. O kravat ve o mendil takıldığı ve taşındığı anda, belli ki, Recep Tayyip Erdoğan’dan geliyor. Ama, bunu takan biliyor, arkada olduğu için, dışardan belli değil.

Fiyakasını yapmak serbest. Kravatı takan kişi, "bak bu kimin armağanı" diyerek, kravatın arkasını her an çevirip, gösterebilir.

Rumuz "RTE".
Yazının Devamını Oku