Yalçın Doğan

Hazin yolculuk

3 Mayıs 2008
BİR zamanlar işçi dostu. O kadar işçi dostu ki, bir zamanlar hatta grev gözcüsü. Çok eski yıllarda.
Son günlere denk düşen en flaş fotoğraflardan biri. 1988’de Darphane işçileri greve gidiyor. Tayyip Erdoğan o sırada RP İstanbul İl Başkanı. Greve çıkan işçilere destek olmak amacıyla, Erdoğan grev gözcüsü gömleği giyiyor, onlarla fotoğraf çektiriyor.

Erdoğan ayaktakımı arasında, ayaklarla omuz omuza. Makul, çünkü RP o sırada muhalefette. Makul, çünkü işçi üzerinden siyaset prim yapan malzeme.

Erdoğan’ın 1988 Darphane’den 2008 Taksim’e giden yolculuğu yükselişin ve bitişin hazin öyküsü. 1 Mayıs’ta polis copları insanlara insafsızca inip kalkarken, kin ve öfke kusarken, TV’de o manzaraları izleyen Tayyip Erdoğan’ın ruh hali meraka değer.

1988’deki o fotoğraf ile 2008 Taksim fotoğrafları şimdi yan yana. Film şeridi gibi, karşınıza çöküşün serüveni çıkıyor.

ÜSKÜL’ÜN KOMİSYONU

Bu arada bir komisyonu arıyorum. TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nu.

Kamuoyunun ilgisini çeken bir olayda, komisyon hemen ortaya çıkıyor, TV’ler, fotoğraflar, demeçler, komisyon görev başında, misyon yerinde.

Aynı komisyon şimdi nerede? Eski sosyal demokrat, şimdi AKP milletvekili, bu komisyonun başkanı Zafer Üskül’ün aklına bir zahmet, İstanbul’da işçi ve vali ve polisle görüşmek geliyor mu acaba?

Yere düşen kadının kafasınca zalimce tekme atan polisin peşine düşmek mesela? Ya da copla gazeteci kolu kıran polisi bulmak? Suçu evinin önünde olayları izlemek olan bir genci yerlerde sürükleyenleri sorgulamak?

Tek tek bu olaylar ve işçilere saldırının tamamı insan hakları ihlali kapsamında mı, değil mi? Yoksa, bu işler bizde böyle, deyip geçiştirmek kolaylığı mı?

İstanbul ve Ankara savaş alanı gibi, İnsan Hakları Komisyonu’ndan çıt yok.

Bu da, bir başka hazin yolculuk.

Ertuğrul Günay ve aynası

MECLİS’te tartışma. Kültür Bakanlığı’nın bir soru önergesini geçiştirdiği iddiasıyla ilgili tartışma. CHP’liler ile eski CHP’li, şimdi AKP’li Kültür Bakanı Ertuğrul Günay arasında.

Eleştirileri Günay yanıtlıyor:

"Aynaya bakın".

Türkiye garip bir ülke. Aynaya asıl bakması gerekenler bakmıyor, hatta başkalarına aynaya bakmayı tavsiye ediyor. Oysa, kendileri aynaya bakmayı çoktan unutuyor. Baksalar, kendilerini mi görecekler yoksa başka birini mi? Geçmiş yıllarını mı, bugünlerini mi? Bakınca, aynaya kızacaklar mı?

Eski bir öykünün başlığı, "aynaya kızılmaz". Günay’a bu öyküyü tavsiye ediyorum. Ne de olsa, Kültür Bakanı, bilmesi gerek.
Yazının Devamını Oku

’Vurun ulan, ben kolay ölmem’

2 Mayıs 2008
"BURASI Madımak Oteli gibi. Yanıyoruz, bayılanlar var, pencereleri açmak istiyoruz, açamıyoruz, çünkü bu sefer dışardan gelen gaz, içerdeki gazla birleşiyor, gözlerimiz yanıyor, boğazımız yanıyor, nefes alamıyoruz." Burası DİSK Genel Merkezi. Tarih 1 Mayıs 2008. Polis DİSK Genel Merkezi’ne biber gazı ve gaz bombası atıyor. Gaz öyle güçlük ki, hava, su, her yer gaz.

Biberli gaz, gaz bombası, boyalı su, basınçlı su.

Karşıda düşman var, Türkiye’nin işçileri. Türk polisi, aldığı emri hakkıyla yerine getiriyor, o düşmana karşı savaşıyor.

Oysa, düşmanda ne top var, ne tüfek. Düşmanda çakı bile yok. Düşmanın elinde kucak dolusu karanfil var.

166 ülkede şenliklerle, coşku içinde kutlanan işçilerin bayram günü, İstanbul’da tam anlamıyla devlet terörüne sahne oluyor. Güney Amerika diktatörlükleri gibi. Askeri darbe dönemlerindeki sıkıyönetimler gibi.

GÜLER VE KARA LEKE

İşçilerin Taksim’e çıkmasına izin vermeyen hükümetin gerekçesi,"provokasyon ihbarı".

İhbar doğru çıkıyor, provokasyon dün devlet eliyle gerçekleşiyor.

Tavır öyle insanlık dışı ki, biber gazı nedeniyle, DİSK Genel Merkezi’nde nefesleri kesilen, ölümle burun buruna gelen insanları kurtarmak amacıyla, orada bulunan CHP’li milletvekiller, bakanları ve İstanbul Valisi’ni arıyor.

Bakanlara ve valiye ulaşmak mümkün değil. Uzun süre telefona çıkmıyorlar. Sonunda Vali Muammer Güler lütfediyor ve telefona çıkıyor.

Vali Güler, dün işçilere karşı kullandığı orantısız güçle, adını, İstanbul Valileri Tarihine kara bir leke bırakarak geçiyor.

Karşıda düşman var, Türkiye’nin işçileri. Türk polisi o düşmana karşı savaşıyor. Oysa, düşmanda çakı bile yok. Düşmanda kucak dolusu karanfil.

GENÇ AVI


Biber gazı, gaz bombaları, boyalı ve basınçlı su sınır tanımıyor.

Akıl almaz bu düşmanca tavır, işçi liderlerinin sağduyusunu yine de bozmaya yetmiyor. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi son derece akıllı ve soğuk kanlı bir mantıkla, Taksim’e yürüyüşten vazgeçtiklerini açıklıyor. Çok daha ürkütücü sonuçları engellemek amacıyla.

Buna rağmen...

Süleyman Çelebi yürüyüşe nokta koyduklarını açıklamasından iki saat sonra, polis sokaklarda hálá genç avına çıkmış gibi.

Birer, ikişer kişilik gruplar halinde yürüyen genç insanlar polisin coplarından kendini kurtaramıyor.

Bu ne kin, bu ne nefret, ne bu garez, bu ne hınç? Nedir bu düşmanca tutumun kaynağı? Masum bir yürüyüş isteğine, demokratik bir hakkın kullanılmak istenmesine orantısız karşılık vermek hangi duygunun eseri? Düşünce olamaz, çünkü düşünce kırıntısında bile, bir mantık var. Burada mantık iflas ediyor. Bu iflas bilinmeyen değil.

Ben devletin döverim, ben devletim vururum, ben devletim işkence yaparım, ben...

AKIL ARANIYOR


AKP aldığı darbelere bir yenisini ekliyor. Türbanla başlayan toplumsal bölünme, şimdi farklı bir frekansla hız kazanıyor.

DİSK Genel Merkezi’nde gazdan boğazı yanan bir işçi, Ahmet Arif’in şiirini anımsıyor:

"Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem, ocakta küllenmiş közüm, karnımda sözüm var."

Bugün 2 Mayıs 2008. Türkiye artık eski Türkiye değil. Nereye koştuğu belli olmayan, aklını arayan bir ülke.
Yazının Devamını Oku

2008’de 1928’i özlemek

1 Mayıs 2008
"AMELE bayramı sükun içinde tes’id edildi". (Vatan Gazetesi). Yani, işçi bayramı sakin biçimde kutlandı, yıl 1928.

Yıl 2008, 1 Mayıs’ı hala "sükun içinde" kutlamak mümkün değil. Osmanlı 1 Mayıs’ı ilk kez 1909’da kutluyor. İlk yasak 1912’de geliyor. 1909-2008, 99 yılda 1 Mayıs’ların dörtte üçü yasaklı, kanlı, hapisli.

Bazı hükümetler 1 Mayıs’ı bayram ve tatil günü ilan ediyor, bazıları "1 Mayıs diye bir bayram yoktur" diyor. Yüz yıl geriye gitmeye gerek yok, son elli yılda "1 Mayıs’ta yasa dışı gösteri ve provokasyon ihbarı aldık" açıklaması yapan bir düzine bakan ve vali var.

Acı olan, zaman zaman provokasyon hem de, en kanlısı var.

USLU’NUN GİRİŞİMİ

Bugün tatil ve Taksim geriliminde iki önemli girişim var. Gerilimi tarihe gömecek iki fırsat.

İlki, 17 Şubat’ta. Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu Başbakan Erdoğan’la görüşüyor. Uslu öneriyor, "1 Mayıs resmi tatil olsun". Erdoğan olumlu. Sonra ne oluyorsa oluyor, Erdoğan 1 Mayıs’ı tatil günü ilan etmekten vazgeçiyor.

Neden vazgeçiyor? Erdoğan’ın çevresi berbat, yorumu var. Erdoğan bunun farkında değil mi? Ya da o çevreye neden teslim oluyor?

Her ne hal ise, bir fırsat kaçıyor.

ÇELEBİ’NİN ÖNERİSİ

İkinci önemli girişim, DİSK Başkanı Süleyman Çelebi önceki gün Başbakan Erdoğan’la görüşüyor. Çelebi’den Erdoğan’a:

"Bizim amacımız yeni gerilimler yaratmak değil. Taksim’e tek bir koldan, tek bir pankartla girer, kısa süre ve disiplin içinde kutlamayı yapar, yine disiplin içinde, aramıza kimseyi sokmadan ayrılırız".

Erdoğan, Çelebi’nin önerisine önce, "Taksim’de sorun çıkabilir" karşılığını veriyor, Çelebi, "başka yerde de çıkabilir" deyince, Çalışma Bakanı ile İçişleri Bakanlarının Çelebi’yi arayacağını söylüyor.

Çelebi bütün gün bekliyor, Çalışma Bakanı kendisini ancak dün sabah arıyor. Aramadan yarım saat sonra zaten resmi açıklama yapılıyor. "Taksim olmaz".

Buna karşılık sendikalar, "biz Taksim’e gideceğiz".

Karşılıklı inatlaşma. Bir fırsat daha kaçıyor.

MAKUL ÇÖZÜM

İzin verilmediğine göre, dün ne yapacaksınız, diye sorduğumda, Çelebi:

"Biz çatışma örgütü değiliz, polise çiçek veririz".

Polis işçileri durdurduğunda, yönetim inatlaşmaktan vazgeçerek, esnek bir tutumla, bir gurup işçinin Taksim’e çelenk bırakmasına izin verebilir. Topluluk da, aynı esnek tutumla, polis barikatından ileri gitmez.

Hükümetin istediği gibi, Taksim’e gidilmemiş olur. Buna karşılık, Taksim’e çelenk bırakılır, işçilerin isteği yerine gelmiş olur. Makul çözüm.

Temel çözüm ise, 1 Mayıs’ı işçi bayramı ve tatil günü ilan etmekten, Taksim’i kutlamalara açmaktan geçiyor. Gelecek yılı beklemeden.

1977 DOSYASI

Ayrıca, raflarda tozlanan 1 Mayıs 1977 Taksim Dosyasını açmak. 34 kişinin hayatını kaybettiği o meş’um dosyayı açmak. Kim, nasıl, hangi amaçla provoke ediyor ve 34 insanımız canından oluyor. Bu ülkede ne oluyor da, bütün zamanlar içinde, hangi iktidar olursa olsun, bu tür dosyalar tarihin karanlıklarında kayboluyor. Ne oluyor da, o dosyalarla hiç bir siyasal iktidar, hiç bir parlamento hesaplaşma cesaretini gösteremiyor.

1909-2008, 1 Mayıs hala bayram değil, hala şuraya izin var, buraya yok, hala yasaklar ve korkularla dolu bir gün.

1928 sakin bir kutlama. 2008’de insana 1928’i özletiyorlar, "amele bayramı sükun içinde tes’id edildi".
Yazının Devamını Oku

Cehenneme asıl yolculuk

30 Nisan 2008
"DÜNYA bitti, ukba başladı." Ukba yani, ahiret ya da öteki dünya. Yani, biz artık bu dünyayı düşünmeyelim, kendimizi öteki dünyaya hazırlayalım. Gerçek hayat orada, burası yalan dünya.

Dünyanın bittiğini söyleyen ak sakallı bir dede. Buna genç ve çağdaş bir avukat olan Semra itiraz ediyor:

"Saçma, ne demek dünyevi hayat bitti."

Sözüm ona, gerçeği sektirmeden gören ak sakallı dede Semra’yı tumturaklı sözlerle uyarıyor:

"Avukat olman güzel. Kendi yanlışlarının savcısı, başkalarının hatalarının avukatı olabildiysen, ne güzel olurdu. Ukba mahkemesinde bu işler çok çetin geçer."

İYİLER VE KÖTÜLER

Samanyolu TV’de
yayınlanan Büyük Buluşma adındaki program bu sözlerle başlıyor. Programla ilgili iki RTÜK uzmanının hazırladığı rapor, bu diyalogu "temsili ahiret yargılaması" olarak niteliyor.

Programda iki ana karakter var. Semra ve erkek kardeşinin eşi Aysun. Semra yüksek gelir gurubundan, çağdaş ve hoyrat ve her türlü kötülüğü yapabilecek biri. Buna karşı türbanlı Aysun mazlum, masum, iyi, saygılı bir tipleme.

Çocuklara masallar gibi, çağdaş Semra trafik kazasında ölen kardeşine ait parayı usulsüzce alıyor, düzmece oyunlara giriyor, çünkü çağdaş ya. Aysun’un kızı, yani kendi yeğeni için, Aysun’la tartışıyor:

"Büşra’yı senin gibi örümcek kafalı birinin yanına vermem" derken, arkada Atatürk resmi belirgin biçimde ekranda yer alıyor.

ALEVLER İÇİNDE

Son bölümde ak sakallı dede yine huzurda. Semra ağlıyor ve pişman:

"Ben hiçbir şeye inanmıyordum. Üstelik, inançsızlığımı dayatmaya çalışıyordum. Yanlışımın farkına şimdi vardım. Benim için nasıl bir ceza hesaplanacak?"

Her şeyi bilen ak sakallı dede yine kalıp cümlelerle:

"Her cins ve her boy için, önce amme davası var. Bütün varlıklar ilahi bir mektuptur. Sahibinin imza ve mührünü taşır, sen onları yok saydın".

Diyalogun sonunda, "Allahü Ekber" ifadesi eşliğinde, Semra dev bir kapıya sürükleniyor, dev alevler içinde kayboluyor. Herhalde cehenneme gidiyor.

İŞTE RAPOR

Bu özeti RTÜK İzleme ve Değerlendirme Daire Başkanlığının 31.01.08 tarih ve A.01.1.RTÜ.0.01.04-110.01.01/148 sayılı raporundan yapıyorum.

Rapora göre, programda farklı dünya görüşüne sahip insanlar çatışıyor, türban üzerinden varolan gerginliğin artacağına dikkat çekiliyor. Sonuçta, Samanyolu TV’nin RTÜK yasasında yer alan, insanların dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle hiçbir şekilde kınanmaması ve aşağılanmaması, ilkesini ihlal ettiği kanısına varılıyor.

Bunun cezası, bir ay kapatma.

Samanyolu TV kapatılıyor mu? Hayır, ikinci bir rapor düzenleniyor. Aslında, o da ilkinden pek farklı değil. Ceza kınama ile kalıyor.

DEMOKRASİ YALANI

Birinci perde, kapatma yerine kınama. Bu yaşadığımız düzenin göstergesi. Ama, çok ve çok daha vahim olan son perde.

Farklı dünya görüşüne sahip olanlar birbiriyle çatışıyor. Çatışma sonucunda, programda doğrudan anılmıyor ama, her şey ortada, laikliğe inananlar hem pişman, hem cehennem yolcusu.

Bu gibi programları bir zamanlar yayınlamak cesaret işi. Yayınlandığında, yasadaki ceza ne ise, sonuna kadar o. Şimdi ise, "demokrat olduk" yalanı ve o yalanı besleyen dönekler, yalakalar eşliğindeki koro ile İslami düzene yolculuk.

Cehenneme asıl yolculuk bu.
Yazının Devamını Oku

Önce Üzmez darbe azzz sonra

29 Nisan 2008
İSLAMCI sitelerde adını yazmaktan bile kaçınıyorlar, İslamcı TV’lerin sitelerinde, "yazar H.Ü." diye geçiştirmeye çabalıyorlar. En küçük bir utanma duygusu taşımadan. Her fırsatta vurguladıkları, dini ahlaktan yoksun bir eda ile.

Daha çok genç yaşta, Ahmet Emin Yalman’a suikast suçlamasıyla on yıl hapis yatan İslamcı yazar Hüseyin Üzmez tutuklanıyor.

Üzmez 78 yaşında. 14 yaşında bir kız çocuğuna tecavüz iddiasıyla şimdi cezaevinde.

İddia doğru mu, eğri mi, yargı sonunda ortaya çıkacak. Ama, şimdiden ortaya çıkan bir gerçek var.

Dinci basının bu olay karşısında tavrı. İddianın kendisi kadar ahlak ve mantık dışı.

28 ŞUBAT GİBİ

Hele de, o gazetelerden birinde dün yayınlanan bir haber-yorum, "pes" dedirten türde:

"Yazar Hüseyin Üzmez’e yönelik taciz suçlamaları akıllara 28 Şubat döneminde ardarda gelen Müslüm Gündüz, Fadime Şahin, Ali Kalkancı vakalarını getirdi. O yıllarda Gündüz ile Şahin’in yakalandığı evin Üzmez’e ait olduğu tesbit edilmişti. Son bir haftada Topkapı Sarayı’nda bir hafızın tecavüz iddiasıyla tutuklanması, Tekbir giyim sahibi Mustafa Karaduman’ın çok eşli olmasının gündeme getirilmesi ve son olarak iğrenç iddialarla dolu Hüseyin Üzmez olayı..."

Şimdi sıkı durun:

"...yeni bir kampanyanın başlatıldığı kuşkusunu gündeme getirdi".

Nedir o kampanya? Darbe kampanyası. Yazı o nedenle 28 Şubat’la başlıyor.

Dinci basında genel tavır olayı saptırmak ve saklamak üzerine kurulu.

DOLANDIRICILIK

Üzmez
’in 14 yaşındaki çocuğa tecavüz iddiasını yayınlamanın darbe kampanyası olduğunu söylemek, dinci basının son sefaleti. Yalan ya da mantık dışı ya da son bir sığınak demek bile yetmiyor.

Benzer tecavüz iddialarına karşı darbe teorisi geliştirmek, olayı komplo olarak yorumlamak, dinci kesimdeki zihniyeti suçüstü yakalıyor.

Ayrıca, tesettür defilesiyle ön plana çıkan Mustafa Karaduman’ın çok eşli olmasını savunmak, çok hukuklu bir sistemi savunmak değil mi? Bu haberi yayınlamakla darbe arasında bağlantı kurmak, suçüstü telaşı değil mi?

Dini kisve altında her türlü haltı yemek, yeni değil. Yeni olan, yenilen haltları darbe kampanyası olarak sunmak. Şu anda en masum ve en aldatıcı korunak orası.

Yine dini kisve altında, yurtiçinde ve dışında onbinlerce kişiyi dolandıran dinci firmalara sahip çıkan yine bunlar değil mi?

Neden sahip çıkıyorlar? Dini propaganda zarar görmesin, diye.

AYNAYA BAKMAK

Yok, bu arkadaşlar yanılıyor.

Hüseyin Üzmez’e yönelik iddialar, aslında Türkiye’nin uzay çalışmalarını engellemek için bir tezgah.

Onun da ötesinde, Türkiye’de global ısınmayı uyutmak isteyenlerin bir tuzağı.

Hayır, çok daha başka, Türkiye’de enflasyon lobisi altında faaliyet gösteren bir gurup gafilin planı.

"Biz ve bizim cenahtakiler ne yapıyor" diye, aynanın karşısına geçmek yerine, darbe ve komplo teorileriyle sızlanmak, komedi ötesi. İddianın kendisi gibi, tam bir sefalet.

Üzmez ama, anlaşılan Üzmez kendi kampını pek üzmüş.
Yazının Devamını Oku

İki bakanın teftişi

27 Nisan 2008
Carme Chacon’un asker teftişi ve Margaret Thatcher’ın tank üstündeki teftişi. İki kadın savunma bakanının 25 yıl arayla çekilen fotoğrafları. Biri "Demir Lady" olarak tarihe çoktan geçiyor. Öteki, o basamakları henüz tırmanıyor. Benzer bir vaat sunarak. Bize de bu tabloya kıskançlıkla bakmak düşüyor. İki kadın üç noktada buluşuyor: Siyasette, feminizmde ve aynı kitabı okumuş olmakta. Gerisi, büyük ayrılıklarla dolu. Avrupa şimdi bu iki kadını karşılaştırıyor.

Kısaca La Chaky, Carme Chacon. İspanya’nın yeni savunma bakanı. İspanyol kabinesinde dokuz kadından biri, yedi aylık hamile. Bir gazeteciyle evli.

Margaret Thatcher on bir yıl süreyle, 1979-1990 arasında İngiltere Başbakanı. Thatcher Başbakan olduğunda, Carme henüz yedi yaşında. Thatcher 1925, Carme 1971 doğumlu.

Carme Chacon’un savunma bakanı olmasıyla birlikte, İspanya Başbakanı Zapatero büyük bir siyasal dönüşüme imza atıyor. Chacon Katalan, yani farklı bir etnik kimlikten geliyor. Dedesi İspanya İç Savaşı sırasında General Franco’ya karşı savaşmış bir Cumhuriyetçi.

La Chaky sosyalist. Feminist. Tam bir savaş karşıtı. Savunma bakanlığına atanması bu karşıtlığı nedeniyle büyük tartışma yaratıyor. Hele de, hamile haliyle askerleri teftiş etmesi, ardından Afganistan’daki İspanyol askerlerini ziyareti, İspanya’da sağcı basının sabrını taşırıyor. "Onun bakan olması, İspanyol ordusunun temsil ettiği her şeye aykırı" yazılarını ilk günlerde her sağcı gazetede okumak mümkün.

TANK ÜZERİNDEKİ THATCHER

Teftiş ve ziyaret, resmi bir görevi yerine getirmenin çok ötesinde. Chacon kadınlığın zaferini vurguluyor. Hamileliğin tadını çıkartıyor. Bebek beklemenin bakan olmakla karşılaştırılmaz sevinci. Teftiş ve ziyarette attığı her adım, kadın olmanın gururunu yansıtıyor. Eleştirilere karşı, onun için o kadar pervasız.

"Erkek Egemen Kültürün Keşfi." Chacon ile Thatcher’i buluşturan kitap. O kitap ikisi arasındaki 46 yıllık yaş farkını ortadan kaldırıyor. Erkek egemen bir toplumda, kadınların siyasetteki rehberliğini ikisi de o kitaba borçlu.

Thatcher dünyada globalizm kavramı henüz yokken, serbest pazarı daha çok genişletme, daha çok özelleştirme, daha çok girişimcilik felsefesiyle dünya ekonomisine yön veren bir feminist. Adıyla anılan, "Thatcherizm" okulunu kuracak kadar.

Chacon’la kesişen askeri bir teftişi var: 1982’de İngiltere-Arjantin Falkland Adası nedeniyle savaşıyor. Savaştan kısa süre sonra askeri teftiş.

Thatcher uzaya fırlatan Challenger tipi bir tank üzerinde, tıpkı uzayda yol alır gibi, geniş daireler çizerek, savaşan İngiliz askerlerini teftiş ediyor. Tankın üzerinde duruşu, gözlükleri ve tavırları tam bir tankçı komutanı gibi. Chacon’un hamile duruşundaki teftişiyle uzak-yakın ilişkisi yok.

CESUR BİR ATAMA

1982’den günümüze değişen feminist anlayışın farkı olarak. Feminist siyasetin değişen simgesi olarak.

Yine de, iki kadını karşılaştıran yorumlar eksik değil. Chacon’un asker teftişi, Thatcher’ın tank üstündeki teftişini çağrıştırıyor. İki fotoğraf şimdi her yerde.

Biri "Demir Lady" olarak tarihe çoktan geçiyor.

Öteki, o basamakları henüz tırmanıyor. Benzer bir vaat sunarak.

Olayın bizi ilgilendiren bölümü feminizmin ve askeri teftişin çok ötesinde. Cesur bir siyasal atama ülkeyi değiştiriyor. Hamile bir kadının savunma bakanlığına atanmasına dönük eleştiriler hızla irtifa kaybediyor, yerini "biz farklı bir şey yaptık" gururuna bırakıyor.

Bize o gurur ve atamaya kıskançlıkla bakmak düşüyor.
Yazının Devamını Oku

Bugün bir kurultay varmış

26 Nisan 2008
BİR zamanlar İspanyol Başbakanı Gonzales ve bir zamanlar İngiltere Başbakanı Blair. 90’lardan bu yana Avrupa solunun iki önemli ideolojik çıkışı var. İki sosyal demokrat liderin imzasını taşıyan iki çıkış. Avrupa’da solun kendini yenileyen iki çıkışı. İdeolojik anlamda, kişi anlamında.

Gonzales yıllardır ülkesinde süren ETA terörüne karşı dudak ısırtan bir çıkış yapıyor. ETA’nın askeri kanadı hükümetle masaya oturuyor.

ETA’nın siyasal kanadı, İspanyol Parlamentosunda temsil edilen partilerin temsilcileriyle masaya oturuyor. Bizim açımızdan hayal bile edilemeyecek bir ideolojik çıkış.

YOLDAŞTAN ARKADAŞA

Avrupa sosyal demokrat partilerinde klasik bir söylem var. Liderler kürsüye çıkınca, karşıdaki topluluğa "yoldaşlar" diye sesleniyor. Geleneksel bir hitap, klasik bir üslup.

İngiliz İşçi Partisi’nin o kongresinde, 80’lerin sonu, 90’ların başında Blair’i izliyorum. Blair kürsüye çıkıyor ve daha ilk hitabında, "arkadaşlarım" diyor. Gözlerimin önünde, salon şöyle bir gidip geliyor. İlk kez bir sosyal demokrat lider, "yoldaşlarım" demiyor, söylemini değiştiriyor, "arkadaşlarım"...

Blair daha sonra izlediği sosyal piyasa ekonomisi ile Avrupa soluna ideolojik katkısını sürdürüyor.

Alman ve Fransız solunu bir yana bırakıyorum. Bu iki lider, bu iki ideolojik çıkış Avrupa’da sola yeni bir açılım sağlıyor.

SAĞDA YENİLENME

Türkiye’de ise, kendini yenileyen hep sağ. Sol kendini yenilemekte çok geri.

Türkiye’de sağ kendini kişi ve ideolojik olarak sürekli yeniliyor. Demirel, Özal, Mesut Yılmaz, Çiller ve bugün Tayyip Erdoğan.

İdeolojik olarak en büyük yenilemede imza Demirel’e ait. Serbest piyasa ekonomisine geçişin Başbakanı Demirel, o geçiş yani 24 Ocak kararları, mimarı Özal. Devamı yine ve ille de Özal.

İdeolojiden başlayarak halkla ilişkilere, propaganda sanatına, ekonomik politikalara kadar, sağ hep ilerde. Pragmatik, aynı zamanda ekip ruhuyla bezenmiş.

SOLDA BİR İLK VE SON

Türkiye’de sol kendini bir kez yeniliyor. Kişi ve ideolojik anlamda bir kez ve son kez. Bülent Ecevit’le.

Arkasında koca Kurtuluş Savaşı bulunan, Cumhuriyeti kuran kadronun ikinci adamı İsmet Paşa’yı ortanın soluyla deviriyor. Ecevit, ne ezilen, ne ezen, insanca hakça düzen ve toprak işleyenin su kullananın ve bu düzen değişmeli gibi unutulmaz sloganlarla halka ulaşıyor. Oy oranı solda rekor kırıyor, yüzde 42’yi vuruyor.

Arada Erdal İnönü var, Murat Karayalçın var, Aydın Güven Gürkan var. Ama, onların ideolojik çıkışı, sağa meydan okumaları yok.

Ve bugün karşımızda Deniz Baykal.

CHP otuz yıldır böyle bir karanlıktan geçiyor. CHP’de bugün ideoloji bile yok, nerede kalmış yenileme.

İdeoloji ve yenileme yerini yıllardır kısır bir döngüye bırakıyor. CHP’de son gelenek delege avından ibaret. Gündelik ayak oyunları.

Delege avı eşittir gününü gün et, koltuğu ne olursa olsun bırakma, gibi bir denklemin topluma acı bir faturası.

Fatura acı, çünkü iktidar hep sağa teslim.

Ara sıra koalisyonlara idare eden, bununla avunan ve halkı kandıran bıktırıcı polemiklerin yıkılmaz kalesi CHP.

Bugün CHP kurultayı varmış. Bir varmış, bir yokmuş, bugün bir kurultay varmış.
Yazının Devamını Oku

Çankaya’da cevizler ve mermerler

25 Nisan 2008
UFUK turunda ortaya çıkan kaygı ekonomik kriz. Krizin Türkiye’ye yansımasından duyulan tedirginlik. Çankaya’da liderlere verdiği öğle yemeğinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, açış konuşmasında "demokratik standartları yükseltmekten" söz etse de, masanın ortasına enerji sorunları oturuyor. Çünkü, ekonomik krizin vuracağı ilk alan enerji.

Gül, "Kuzey Irak’a Almanı, Fransızı, Kanadalısı geliyor, biz neden ilişki kurmayalım" derken, asıl amaç, Kuzey Irak’taki petrol ve doğalgaz kaynaklarının Türkiye’ye de çekilmesi.

Gül’ün sözünü Başbakan Erdoğan tamamlıyor: "Kuzey Irak’la doğalgaz bağlantısı için çalışmalarımız var". Bu arada bir kaç ay önce yaşanan başka bir sıkıntıyı aktarıyor: "Anlaşmamız olduğu halde, bir ara Gürcistan’dan doğalgaz gelmedi, nedenini anlamadık."

Çankaya’da yemekte enerjinin, uzun süre sohbet konusu olması, siyasal polemikler ötesinde, hükümetin gerçek gündemini gösteriyor.

URAS’IN MÜDAHALESİ

Enerji sohbeti yemekte bu kadar uzun sürünce, ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras atılıyor:

"Bir de, siyasal enerjimizi nereye harcayacağız, onu konuşalım".

Uras
’ın bu müdahalesi, "anayasal reformlar, somut demokratik adımlar" önerisi ile sohbet siyasete kayıyor. Uras, bu tür yemeklerin devamındaki yararı vurgularken, somut bir gündemle buluşmanın daha doğru olacağını belirtiyor.

Uras’ın siyaset önerisi Başbakan Erdoğan ile DTP eşbaşkanı Ahmet Türk arasında diyaloğun kapısını aralıyor. Ahmet Türk: "Parlamentoda barışa katkımız olursa, elimizden geleni yapmaya hazırız."

Türk
’ün sık sık dile getirdiği genel bir söz. Somut değil, yeni değil. Türk ayrıca, bölgedeki su sorunundan yakınıyor.

Erdoğan, Türk’le diyaloğa burada giriyor, Güneydoğu’da su sıkıntısını gidermek için, yaptıklarını anlatıyor.

SADE SUYA TİRİT

AKP ve DTP kapatma davalarının hiç açılmadığı yemekte başka konular var. Bulgaristan’daki ceviz ağaçları, Çin’deki mermer üretimi gibi.

Neden dişe dokunmayan konular? Çok basit. Yemeğe katılan bazı liderlerin izlenimine göre, o kadar kişi içinde herkes ele alınması gereken ciddi bir sorunu dile getirmekten çekiniyor.

Bu çekingenlik Çankaya’daki yemeği protokol ötesine taşımıyor. Sade suya tirit hale getiriyor. İş olsun daveti.

Oysa, madem bir davet var, bunu süs olmaktan çıkarmak davet sahibine, yani Gül’e düşüyor.

Çalık kredisi Migros gibi

SABAH-ATV Grubu’nun Ahmet Çalık’a verilmesi, ihale sürecinden başlayarak kredinin kimlerden, hangi koşullarda karşılanmış olmasına kadar, AKP’nin vermesi gereken hesapların ilk sırasına oturuyor.

İhaleye sadece Çalık’ın katılması, orada CEO’nun Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın yer alması herkeste kuşku yaratmaya yetiyor.

Son olarak, uzun bir sürenin ardından Katar artı Vakıfbank artı Halkbank kredilerinden oluşan 1.1 milyar dolarlık kredi yeni sorulara yol açıyor. İki yerli bankadan sağlanan 375’er milyon dolarlık kredinin faizi ve vadesi ne?

Dün bunu araştırırken, ilk elden bir bilgi alıyorum:

"Migros’a sağlanan kredi koşulları gibi."

Migros’a verilen kredinin faizi ve vadesi ne? İlk elden bilgi:

"Vade en az beş yıldan başlıyor, on yıla kadar uzayabilir. Migros kredi alırken, dünyada ekonomik kriz yoktu, koşullar uygundu, faiz onun için düşük oldu. Tam rakamı açıklamak, anlaşmanın gizlilik kuralına aykırı. Bugün kriz var, eğer Migros’a verilen kredinin faizi kadar ise, gerçekten ilginç."

Türk basın tarihinde unutulmaz bir ihale, herhalde devamı da öyle.
Yazının Devamını Oku