Yalçın Doğan

İnmek için dağa çıkanlar

13 Mayıs 2008
YA birkaç ay hapis yatıyor, sonra tahliye oluyorlar ya da, burası kötü, dağa çıkıyorlar. Terör yeniden azgınlaşıyor. Çünkü, PKK arka arkaya ağır darbeler alıyor. Darbe aldıkça, PKK daha saldırgan oluyor. Darbenin yanı sıra, saldırının ikinci bir nedeni daha var.

Bütün PKK’lıların silahlı eyleme katılmasını zorlamak.

Son saldırılardan sonra, Başbakan Erdoğan dağdakilere, dağdan inmeyi kolaylaştıran Pişmanlık Yasasını hatırlatıyor.

Bu yasa zaman zaman iyi işliyor, zaman zaman tıkanıyor.

Son bir yıl içinde işlerlikte hafif artış var.

Buna karşı, hálá dağa çıkanlar da var. PKK çökerken, dağa neden çıkıyorlar?

İKİ YASA

1- Toplantı ve Gösteri Yasası. Bu yasaya aykırı olarak, belli siyasal gösterilere katılanlar var. Bazen bir miting, bazen bir cenaze. Cezası iki yıl.

2- Terör örgütüne yardım ve yataklık etmekle ilgili yasa. Bunun cezası da, beşbuçuk yıl.

Güneydoğu ya da büyük kentlerde bu iki yasaya aykırı davrananlar hakkında davalar açılıyor. Daha çok Güneydoğu’da.

Yasanın kendisi ve işlerliği ile pratik arasında dramatik bir bağ var.

600 DAVA

Pratik, hakkında dava açılan kişilerle ilgili.

Örneğin, sadece 2006 Mart’ında Diyarbakır’da on vatandaşımızın ölümüyle sonuçlanan olaylarla ilgili 600 dava açılıyor. Sözünü ettiğim iki yasaya aykırı davranmak gerekçesiyle.

İşte, pratik burada devreye giriyor ve akıl almaz bir sonuç veriyor.

Toplantı ve Gösteri Yasasına aykırı davrananlar iki ya da daha az ceza alıyor.

Diyarbakır Barosu yetkililerinin verdiği bilgiye göre, bunlar ceza evinde birkaç ay kalıyor, sonra tahliye oluyor. Bu normal bir durum.

Asıl dramatik olay, terör örgütüne yardım ve yataklık etmekten beşbuçuk yıl hapis cezası alanlarla ilgili.

Onlar beşbuçuk yıl hapis yatmaktansa, dağa çıkmayı tercih ediyor.

Bu, doğru kişilere dava açıldığının kanıtı. Adam soluğu dağda alıyor.

KURTULUŞUN YOLU

Dağa çıkmayı kurtuluş saymanın nedeni çok başka.

"Beşbuçuk yıl hapis yatmam, bir süre dağda kaldıktan sonra, silahlı hiç bir eyleme katılmadan, Pişmanlık Yasasından yararlanarak dönerim".

PKK saldırılarının yoğunlaşmasında temel nedenlerden biri bu. İlki, PKK’nın barındığı yerlerin bombalanması ise, diğeri, bu yasadan yararlanmak isteyenlere bu fırsatı vermemek.

PKK elebaşıları, dağa çıkan herkesi silahlı çatışmaya katılmaya itiyor. Böylece, onların Pişmanlık Yasasından yararlanmalarını önlemeye çabalıyor.

Yasadan yararlanmak isteyenlerin bir bölümü, yine de saldırıya katılıyor.

Hapisten kurtulmak için, dağa çıkanların tam sayısı bilinmiyor. Çıktıktan sonra, orada nelerin yaşandığı ayrı bir konu.

Bu serüvende ince nokta terör örgütüne yardım ve yataklık konusu. Bu yasaya aykırı davranmaktan dolayı açılan dava sayısı az değil. Açılan davaların hepsi de, gerçeğe ve hukuka uygun.

Her şeye rağmen, bütünü göz önünde tutmak, devlete düşüyor.
Yazının Devamını Oku

Beynin sınırlarına gizemli bir yolculuk

11 Mayıs 2008
İstanbul’daki Rahmi Koç Müzesi’nde nefis bir sergi var. "Beyin: Gizemli Yolculuk" adını taşıyan sergiyi geçenlerde dolaşıyorum. Beyindeki kıvrımlarla başlayan yolculuk, beynin sırlarını aralıyor. Ruh nedir, akıl nedir gibi temel sorularla ve pek çok değerli bilgiyle birlikte. Keşke sergi sonunda beni mutsuz eden o tablo olmasa!

Kelebek, kalem, tarak, klozet, kutu, böcek gibi yirmi nesne. Bunları bir mercekten görüyorsunuz. Bir süre sonra, bunların ne kadarını hatırlıyorsunuz, kaçını akılda tutabiliyorsunuz? Bunlardan makul ve mantıklı nasıl bir öykü yazmak mümkün mü?

Bellek testi ve yaratıcılık testi. Beynin bir işlevi olarak.

Başka bir mercekten sessiz film izliyorsunuz. Bir süre sonra, ne kadar ayrıntıya dikkat ediyorsunuz? Ayrıntıları ve olayın bütününü ne kadar doğru yorumluyorsunuz?

Düşünce (akıl) testi. Beynin bir işlevi olarak.

Bir insanla aranızda belli bir mesafe var. Aranızdaki mesafede kadar üç çizgi var. Yeşil çizgide, siz o insanla taraf konumundasınız. Batılı insanda öyle. Sarı çizgide, o insanı tanımadığınız durumdasınız. Batılı insanda öyle. Kırmızı çizgi, o insan sizin kişisel ilgi alanınızda. Batılı insanda öyle.

BEYNE YOLCULUK

Algılama testi. Beyin insanların yetişme ve eğitim tarzına göre sınır koyuyor. Beynin bir işlevi olarak.

Bir mercekten şekiller görüyorsunuz. Sonra o şekilleri yorumluyorsunuz. Önyargılı mısınız, değil misiniz? Buna benzer çeşitli interaktif testlerle beyne yolculuk. Ağrı, sıcak, soğuk, tat alma duyuları.

Akıl oyunları. IQ, zeka katsayısı. Bir insanın gerçek yaşamla başa çıkma yeteneği.

En uzun erkek 2.72 metre boyunda, en kısa erkek 67 santim. En uzun kadın 2.41 metre, en kısa kadın 58 santim boyunda. Beyin büyüme hormonu salgılıyor. Gelişmemiş insanda salgı az. En çok salgı, küçükken ve uykuda. Bebekler onun için çok uyuyor. Erkekler fizik, geometri, matematikte daha iyi. Kadınlar iletişimde, ev düzeninde, tasarımda daha üstün.

NEFİS BİR SERGİ

İstanbul’da Hasköy’deki Rahmi Koç Müzesi’nde nefis bir sergi var. "Beyin: Gizemli Yolculuk" adını taşıyan sergiyi geçenlerde dolaşıyorum. Beyindeki kıvrımlarla başlayan yolculuk, beynin sırlarını aralıyor. Ruh nedir, akıl nedir gibi temel sorularla ve pek çok değerli bilgiyle birlikte.

Örneğin, herhangi bir duyuyu hareket geçirmekte en hızlı beyin sinyali saniyede yüz metre. Zeki insan. En yavaş hız saniyede elli santim. Jeton geç düşüyor.

Seni seviyorum, senden nefret ediyorum, haklısın, haksızsın gibi konuşma dili ile vücut dili arasındaki bağlantı, bu bağlantıya denk düşen yüz ifadelerinin emri. Hep beyinden veriliyor.

Bir buçuk ay önce bir makale okuyorum. "Beynin Dili", 31 Mart 2008 tarihli Der Spiegel dergisinde. Dünyada beyinle ilgili çok ilginç deneyler yapılıyor. Elektrik dalgalarıyla beynin sırlarına bir tür yolculuk. İnsan davranışlarını farklı bir açıdan inceleyen deneyler. Araba kullanırken, rüya görürken, konuşurken, sevişirken beyin. Hayatı kimler, nasıl algılıyor, neden öyle algılıyor testleri. Kişilik analizleri. İnsanın yeniden keşfi.

MUTSUZ OLUYORUM

Varılmak istenen sonuç muhteşem. Belki de, günün birinde, beyni öyle bilgisayarlara aktarmak mümkün olacak ki, insan bir tür ölümsüzlüğe ulaşacak.

Rahmi Koç Müzesi’ndeki sergi, insanın yeniden keşfinde ilk basamakların örnekleriyle dolu.

Sergiyi dolaşırken çok mutlu oluyorum. Okullardan gelen çocuklarla, ilköğretim okullarından ve liselerden gelen öğrencilerle dolu, cıvıl cıvıl.

Ancak, sergiyi dolaşırken mutsuz oluyorum. Sayıyorum, öğrencilerin başında on kadın öğretmen var. Sayıyorum, on kadın öğretmenin yedisi türbanlı.

Bu da, beyine gizemli yolculukta, hangi Türkiye’ye doğru yolculuğa çıktığımızın fotoğrafı.
Yazının Devamını Oku

Olli Rehn Babacan’ın kankası

10 Mayıs 2008
AİLECE görüşüyorlar. Eşleri arkadaş. Birbirlerinin evine girip çıkıyorlar. Erkekler siyaseti. Kadınlar hayatı konuşuyor. Oysa, bu kadar yakınlık için ikisinin ait olduğu coğrafya birbirine uzak. Biri Türkiye, diğeri Finlandiya.

Coğrafi uzaklık, kişisel yakınlığı engellemiyor.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile AB nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn. Bilinen deyimle, sanki kanka. Sıkı bir dostluk var aralarında. İkisinin arasından su sızmıyor. Garip ama gerçek, Babacan ve Olli Rehn aynı tastan su içiyor.

OLLI REHN AKP’Lİ Mİ?

Pek çok diplomattan biliyorum ve dinliyorum. Pek çok diplomatın anılarını okuyorum:

"Dış politikayı yürütürken, kişisel dostluklar çok etkilidir."

Şu anda, bu sözün tipik bir örneği var karşımızda.

Bu ikili, Türkiye-AB ilişkileri sahnesinde, çok başka bir oyun oynuyor:

"AKP’yi ve AKP’yi ve fakat mutlaka AKP’yi savunmak."

Babacan’ı anlamak kolay, o normal. Ya Olli Rehn? Göğsünü AKP’ye siper ediyor ve Türkiye-AB ilişkilerindeki görevini tek bir maddeye indirgiyor:

AKP’yi savunmak, ne olursa olsun, AKP’yi savunmak.

Adam Finlandiya’da muhasebeci olarak hayata atılıyor, derken politika, derken AB, şimdi sanki AKP’li.

HENÜZ BİR BÖLÜM

Olli Rehn, Türkiye’yi ya da Türkiye’nin AB ilişkilerini değil, tek başına AKP’yi dikkate alıyor.

AB ile tam üyelik görüşmeleri başlıyor. Daha sadece tek bir bölümde uzlaşma var, dört yılda tek bir bölüm. Altı bölüm açılıyor, açılanlar bir türlü kapanmıyor. Yani AB yolu tozlu, topraklı, taşlı, kayalı.

Olli Rehn bunlara şöyle bir değiniyor oysa işi bu gerisi AKP davulu çalmak.

Olli Rehn bir Batılı gibi davranmıyor. Babacan’la arkadaş hatırına, sanki asıl görevini ihmal ediyor. Soru şu:

Olli Rehn’in söyledikleri kendi kişisel görüşleri, şahsi fikirleri mi, yoksa AB nin görüşü mü?

Laiklik demokrasi bağlantısı batıdan bu kadar mı geriden geliyor?

Rehn bunları bilmiyor mu? Bilmemesi mümkün mü?

AKP, kendini kurtarmak için var gücüyle bütün dış ilişkilerini kullanıyor. Ama, o ilişkiler yine de, her zaman dikiş tutturamayabiliyor.

BİR SAATLİK RANDEVU

Örneğin, geçenlerde Babacan çok önemli bir Avrupa ülkesini ziyaret etmek istiyor. Resmi ziyaret.

Resmi ziyaret demek, o ülkenin Cumhurbaşkanı, Başbakanı ile görüşmek, ülke ve bölge sorunlarını değerlendirmek. Kapsamlı bir ziyaret anlamında. En az iki günlük program zinciri.

Karşıdan gelen yanıt umut kırıcı:

"O kadar zaman yok, şu gün şu saatler arasında görüşme yapabiliriz."

Karşı taraf, kısaca ve hatta diplomatik nezaket dışına çıkarak "gelme" demeye getiriyor. Program iptal ediliyor.

AB, hem de önemli bir AB ülkesi. Her yerde Olli Rehn bulmak zor.

AB’nin bu kişisel tavrı sorgulanması gerek. Tek bir konuya endeksli ve bu kadar taraflı bir tutuma, uluslararası hiçbir kurumun izin vermesi mümkün değil.

Hazret, sanki AKP Brüksel milletvekili.
Yazının Devamını Oku

Dev dalga sıra değiştiriyor

9 Mayıs 2008
OYNANAN dizilere bakmıyorum. Diziler doğru olabilir, ama dizilerin içeriğinde, oluşmasında yanlış var. O zaman o dizilerin sonuçları yanlış. Onun için ben o dizilere itibar etmiyorum. Bakmadığım diziler, TV değil, TÜİK dizileri. Türkiye İstatistik Kurumu’nun fiyat artışlarını gösteren diziler. Dizinin yeniden ve o biçimde oluşması, gerçek fiyat artışlarını yansıtmıyor. TÜİK dizilerine onun için bakmıyorum.

Ben piyasaya bakıyorum. Son bir yıl içinde, 1 Mayıs 2007-1 Mayıs 2008 arasında piyasadaki fiyat artışlarına bakıyorum. Özellikle, gıda fiyatları artışlarına. Müthiş.

GIDA ÖRNEKLERİ

Ankara Ticaret Odası (ATO) verilerine göre, son bir yılda, yüzde olarak:

Kırmızı mercimek 261, limon 180, pirinç 141, makarna 135, ayçiçek yağı 130, domates 115, bulgur 113, kuru fasulye 97, margarin 95, tuz, 95, yaş meyve sebze ortalama 97, beyaz peynir 70, zeytin 55, patates 50, koyun eti 50, soğan 44, sabun 39, yoğurt 25, çay 11, süt yüzde 19 artış gösteriyor.

Gıda ürünleri dışında, ilaç 80, gübre 76, hastane yatak ücreti 70, taksi ücreti yüzde 16 artıyor. Buna halkın enflasyonu deniyor.

Gıda fiyatlarındaki artış sadece Türkiye için değil, dünya için de geçerli.

ENERJİ FELAKETİ

Buna enerji fiyatlarını eklemek gerek. Felaketin asıl ayağı enerji fiyatlarındaki artış.

Son bir yılda ham petrolde yüzde 90, brent petrolde yüzde 89.5, kömürde yüzde 18’lik fiyat artışı var. Enerji fiyat artışı ekonominin bütününde fiyat artışlarını tetikliyor. Çünkü, enerji üretimin temel girdisi.

Yani, gıda dışında başka sektörlere bakıldığında, durum iç açıcı değil.

ÖTEKİ VERİLER

Halkın enflasyonu beraberinde halkın sıkıntısını getiriyor.

Yine ATO verilerine göre, örneğin, kredi kartı borcunu ödeyememiş kişi sayısı 2008’in ilk üç ayında, 2006 yılında borcunu ödeyemeyenleri geride bırakıyor. 2006’da kredi kartı ödeyemeyenlerin sayısı, bir bütün yıl 159 bin 651 kişi, bu yılın ilk üç ayında 172 bin 822 kişi.

Karşılıksız çekler ile protesto edilen senetlerdeki artış, iyimser olmaya yine olanak tanımıyor. İcra iflaslar artıyor, kapanan şirket sayısı artıyor.

Bu durumda göz boyamak artık gereksiz. Siyasal olarak istendiği kadar boyansın, hayatın gerçeği yukardaki rakamlar.

Ama, eklemek gerek. Bu sadece Türkiye’nin sorunu değil, dünyadaki krizin bize yansıması. Yine de, pembe gözlüklerde ısrar etmenin yanlışlığı.

Türkiye’nin dev sorunları var. Güneydoğu, laikliğin uğradığı tehdit, türbanla gelen bölünme, şiddet gibi. Ya da AKP kapatma davası. Biz daha çok bunları tartışıyoruz. Tamam, bunları tartışmak kaçınılmaz.

Ancak, yaklaşan dev dalgayı, ekonomik krizi, görmezden geliyoruz. Oysa, o dev dalga hepimizin hayatını etkileyecek. Onu es geçiyoruz.

ÜCRETLER

Kaldı ki, fiyatlar bu kadar artıyor, buna karşılık kamu ve özel kesimde ücret artışları, TÜİK verilerinin bile gerisinde.

O ünlü deyimle, çalışanlar enflasyon karşısında eziliyor.

Şöyle bir çarşıya, pazara çıkmak yetiyor. Dev dalga kendini hemen gösteriyor.

Ekonomi acil gündemin ilk sırasına oturuyor. AKP o sırayı ısrarla görmezden gelmekle meşgul. AKP dev dalganın sırasını değiştiriyor. Sıra değişince, maliyet daha yükseliyor.
Yazının Devamını Oku

Polis kimi aradığını bilmiyor

8 Mayıs 2008
TELEFONDA İstanbul Valisi Muammer Güler sıkıntılı ve halinden şikayetçi bir edayla: "Meslek hayatımın iki çok acı günü var, İstanbul’daki iki tane 1 Mayıs. Ayrıca, Prof. Dr. Gençay Gürsoy’un gözaltına alınması tam bir komedi."

Sadece komedi değil. Sistemin işleyişi açısından facia.

Komedi, çünkü Gürsoy, yakalama emrinde İstanbul Tıp Fakültesinde kayıt memuru olarak görünüyor. Vali Güler, "polis oraya gitti, ama emekli olduğu söylenmiş" diyor. Komedinin ilk perdesi.

HANİ E-DEVLET

Böyle komedilerle Türkiye’de adam asmak bile mümkün. Facia da, orada.

Ana, baba adı, doğum yeri ve tarihi, TC kimlik numarası, nüfusa kayıtlı olduğu yerler hepsi doğru, Gürsoy’a ait, ancak mesleği farklı. Yani, aranan Gençay Gürsoy’un Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy olduğunu polis bilmiyor. Polis kimi aradığını bilmiyor.

Bu bilmezlik, facianın ikinci perdesi. Türkiye’de hiç kimsenin güvencesi yok. İnsanın başına her an, her şey gelebiliyor. Üstelik, mahkeme kararı ve polis uygulamasıyla. Dramlar insanların başına böyle geliyor. Ya da Aziz Nesin usulü güler misin, ağlar mısın, halleri.

Hani e-devlet ve de TC kimlik numarası? Var, ama işler yine de karışık.

BASIN YASASI

Faciada üçüncü perde, doğrudan Basın Yasası.

Gürsoy
’un gözaltına alınma nedeni, yakalama emrinde yazıyor. Basın Yasası 18/1, düzeltme ve cevabın yayınlanmaması. Bir dergideki yazıdan dolayı birileri düzeltme yolluyor. Ne yazısı, ne düzeltmesi, Gürsoy’un ilgisi yok. O düzeltme yayınlanmıyor. Ne yayınlanmaması, Gürsoy’un ilgisi yok. Ama, gözaltına alınıyor. Sistemin felç olmuş hali. Pratiğin sefaleti ya da sefaletin pratiği.

Ancak, işin özü başka. Çok özgürlükçü AKP’nin çıkardığı Basın Yasası. O yasaya göre, bir yazıya düzeltme hakim kararına dönüşürse, onu yayınlamayana hapis cezası var. Başka hangi AB ülkesinde böyle bir Basın Yasası var? Var, ama o da AB ülkesi değil, Rusya’da.

Ya gece yarısı gözaltı? Vali Güler:

"Savcılık talimatıyla yapıldı, ama ifade için saat daha makul olabilir."

Bu kaçıncı? Her sefer, olay yaşanıyor, olup bitiyor, arkasından "daha makul olabilirdi".

SORUŞTURMA

Vali "yılda 225 bin yakalama emri akışı var, yanlışlıklar olabilir" diye yönetimi savunurken, ben bir başka yanlışlığa dikkat çekiyorum.

Yere düşen kadına tekme atan polis? Vali, "hakkında idari ve cezai soruşturma açıldı".

Gazeteci kolu kıran polis? Vali, "hakkında idari ve cezai soruşturma açıldı".

Takımları lehinde tezahürat yapan çocuklara biber gazı sıkan polis? Vali, "hakkında idari ve cezai soruşturma açıldı."

Soruşturma sonuçlarını beklemek hepimizin hakkı. Umarım, Vali Bey bunları bizlerle paylaşır.

Bakanı Beşir Atalay
ne iş yapıyor? Orada soruşturma, burada yanlışlık, bunları bizler gibi seyretmekle mi yetiniyor, yoksa siyasal sorumluluk gereği, "ben bu işi beceremiyorum" diyor mu?

Ya da Beşir Atalay gerçekten ve hálá bakan mı?

SON DAKİKA NOTU:
Çocuklara biber gazı sıkan polis memuru (dünkü yazıda sözünü ettiğim) görevden alınıyor... Emniyet yetkilileri dün öğleden sonra beni arıyor ve bu bilgiyi veriyor.
Yazının Devamını Oku

’En büyük kim lan’

7 Mayıs 2008
GALATASARAY - Sivasspor maçı sonrası, Nişantaşı Rumeli Caddesi. Bir öğretim görevlisinin 13 yaşındaki yeğeni Deniz ve arkadaşları, Yanlarında mahallenin köpeği Çekirdek ile birlikte, üzerlerinde Cimbom formalarıyla Topağacı meydanından yukarı çıkıyorlar. Bölgedeki diğer Galatasaraylılar gibi gelip geçen arabalarla birlikte tezahürat yaparken, yanlarına üniformalı bir polis memuru yaklaşıyor ve soruyor:

"En büyük kim lan?"

Çocuklar hep bir ağızdan "Cimbom" diye bağırıyor ve ... polis çocuklara biber gazı sıkıyor.

KARAKOLDA

Devamını öğretim görevlisinin gönderdiği elektronik postadan okuyalım.

Çocuklar gözyaşları içinde elli metre ötedeki Harbiye Karakolu’na gidip olayı anlatınca, nöbetçi amir "Kim yaptı gösterin" diye sormuş. "Gelin gösterelim" deyince "Hayır, buradan gösterin" cevabını vermiş. Çocuklar da kendilerine gaz sıkan memuru karakolun kapısından elleriyle gösterip evlerine dönmüşler.

Yeğenim, daha ziyade mahallenin köpeği Çekirdeğin de gaz nedeniyle kendisi gibi yere çöküp ağlamış olmasına içleniyordu. Ablam, oğlunu gözyaşlarını silerek banyoya sokmaya çalışırken, ben bir "Fesuphanallah!" çekip karakola gittim. Nöbetçi amire az önce yeğenimin eve geldiğini ve bu olayı anlattığını, yetişkin bir polis memurunun 148 cm boyundaki yeğenim ve arkadaşlarından ne gibi bir tehdit algıladığı için böyle bir şey yapmış olabileceğini sordum.

Verilen cevap, olaydan haberdar oldukları ama biber gazının çocuklara sıkılmadığı, çocukların "başka birine" sıkılan biber gazından etkilendiğiydi. Bu pek de tatmin edici olmayan cevap üzerine, avukat olan ablamın hastane raporu alıp kendilerini dava etmeye niyetli olduğunu ve benim de şikayetçi olmadan önce bu işin eğrisi doğrusu nedir, bunu örenmek üzere geldiğimi bildirdim. Beni zaten nazik bir tavırla karşılamış olan nöbetçi amir "avukat, hastane, rapor, dava" kelimelerini aynı cümle içerisinde kullanmamdan tam kırk beş saniye sonra içerideki ofisinden telefon ederek olaya karışan memuru karakola çağırdı.

TANIDIK KAPICI

Az sonra içeri giren memur, biber gazını sıkanın kendisi olduğunu, ama gazı çocuklara değil, orada alkollü olduğu için taşkınlık yapan "tanıdık bir kapıcıya" sıktığını, çocukların gazdan etkilenmesine üzüldüğünü, ama çocukların da bu olay yüzünden kendisine küfür etmiş olmalarına "kalbinin kırıldığını" anlattı.

Memurun biraz da anlayışla bekleyen bir ifadeyle ve aralarında "vallahi o bebelere çok üzüldüm"lerle desteklediği hikayesini dinlerken "Şecaat arz ederken sirkatin söylemek böyle bir şey olsa gerek" diye düşündüm: Memurun tamamen doğruyu söylediğini varsaysak bile, silahsz ve alkollü, üstelik de tanıdık birine Nişantaşı’nın göbeğinde, şehrin en işlek merkezlerinden birinin önünde biber gazı sıkmanın, "orantısız güç kullanımı"nın sözlük karşılığı olduğunun farkında bile değildi. Tabii bir yandan da yeğenimin eve kırmızı gözlerle gelip durduk yerde böyle bir hikaye anlatmasına gerek olmadığını göz önüne alırsak, aslında ortada böyle bir kapıcı da yoktu. Olan şuydu:

Topağacı Mahallesi’nden üç kapıcı ve bir avukat çocuğu, mahallenin köpeği Çekirdek ve çocukların dördünü birden kapıcı çocuğu sandığı için üzerlerine biber gazı sıkan bir polis memuru. Şimdi bu memur karşımda durmuş, kendi hayali kapıcı hikayesini anlatıyor ve adı geçen hayali kapıcıya biber gazı sıkarken aralarında yeğenimin de bulunduğu çocukların gözleri yaşardığı için üzüntüsünü bildiriyordu. Dişlerimi sıkıp amire çocuğun benim yeğenim olduğunu, velisi olan annesinin uygun gördüğü şekilde hareket edeceğini bildirdim ve ilgisine teşekkür ederek karakoldan ayrıldım.

AFERİN SİZE

Eve dönerken düşündüm:

Başbakan, valisi, emniyet müdürü 1 Mays’ta yaşanan polis şiddetinin sorumlularını "görevinizi yaptınız, aferin" diye pohpohluyorsa...

Bu ülkenin seçkinleri, halka uygulanan şiddeti kendi canları yanmadan sürece mazur görüyorsa ve o şiddeti uygulayanlar da bunu biliyorsa...

Bu yüzden de polis, sıradan ve yoksul insanlara durduk yerde biber gazı sıksa bile başının derde girmeyeceğini düşünüyorsa...

El kadar çocukların başına böyle bir şey gelebiliyorsa...

Sanırım yeğenim, Çekirdek için üzülmekte haklı.

Öğretim görevlisinin olayı özetleyen yazısı burada bitiyor.

Tayyip Erdoğan başörtülü olduğu için törende kürsüden indirilen imam hatip öğrencisini arıyor. Bir başka yerde türbanını çıkarmaya zorlandığı iddia edilen imam hatip lisesi öğrencisini arıyor.

Merak ediyorum, Tayyip Erdoğan biber gazı sıkılan çocukları arayacak mı yoksa "devlet görevini yaptığı için" es mi geçecek?
Yazının Devamını Oku

Sabah 05, sıra şimdi kimde?

6 Mayıs 2008
SARHOŞLARLA, sokak serserileriyle, ipten kazıktan kopmuş kişilerle aynı nezarette. Sabahın köründe, Ankara’da. Türk Tabipleri Birliği Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy, son modaya uygun olarak, sabah 05’te kaldığı otelden alınıyor ve nezarete atılıyor.

"Biz profesör, başkan filan anlamayız, sabahın köründe adamı yaka paça içeri atarız" edasıyla, gözdağı denemesi. Neden gözdağı? Gürsoy 1 Mayıs’ta DİSK Genel Merkezinde, gaz bombası atılan o binada, işçilerle dayanışma içinde. Ayrıca AKP muhalifi.

Gözaltı, özde o muhalif tavrın, pratikte işçilerle dayanışmanın rövanşı. Bir başka pratik daha, Gençay Gürsoy 1 Mayıs olayları nedeniyle İstanbul polisi hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Al sana suç duyurusu! İşte rövanş.

NEDENİ BELİRSİZ

Rövanş, çünkü gözaltına alma nedeni tam hukuk skandalı. Alma biçimi ise, İlhan Selçuk, Doğu Perinçek örnekleri gibi, insan hakları ihlali. İçişleri Bakanı Beşir Atalay hakkında artık gensoru konusu.

2000’lerin başında bir sanat vakfı dergi çıkartıyor. Gençay Gürsoy o derginin sorumlusu görünüyor. Ama, çoktan bu dergide yok. Gürsoy:

"Bununla ilgili bir bildirim gerekiyormuş, hálá ne olduğunu anlamış değilim. Dört yıldır beni arıyorlarmış ve bulamıyorlarmış".

Anlayan varsa, beri gelsin. Kaldı ki, Gürsoy gündemde olan biri. Hatta, Cumhurbaşkanı Gül ile Çankaya’da görüşen sivil toplum örgütleri temsilcileri arasında o da var.

Ne bulamaması, kimi bulamıyorlar, nerede bulamıyorlar, anlatacak başka masal var mı?

Sabahın köründe ve hafta sonuna denk getirerek, hafta sonunu nezarette bırakmak hesaplarıyla birlikte.

"HAKLISIN" VE "HAKLISIN"

Trajikomik öykü devam ediyor.

Eski sosyal demokrat, şimdi AKP milletvekili Zafer Üskül TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı. Gençay Gürsoy’un bir zamanlar sosyalist bir partiden arkadaşı.

Gürsoy’un ibretlik nedenle ve bu biçimde gözaltına alınması insan haklarına aykırı. Üskül, Gürsoy’u arıyor. Gürsoy elbette tepkili, "Senin birlikte olduğun, demokrat dediğin insanlar işte bunlar" deyince, Üskül sürekli aynı sözcüğü tekrarlıyor:

"Haklısın, haklısın, haklısın".

Bu arada Abdullah Gül’ün gazetelere yansıyan, "Cumhurbaşkanı Gürsoy’un durumu hakkında bilgi aldı" haberleri ise, trajikomik oyunun son perdesi gibi. Oluyor, bitiyor, insan hakları yerlerde sürünüyor, sonra Cumhurbaşkanı Gül bilgi alıyor! İyi ki alıyor, ya bir de almasa!

Onun görevi, yerleştirmekle övündükleri demokrasiyi bu sefaletten kurtarmak değil mi?

Türkiye’de demokrasinin işlerliğini sadece parti kapatmaya karşı çıkmaya endeksleyen dönekler ve yalakalar ise, oyunun dekorları.

Gollerin taktiği Hakan Abi’den

GALATASARAY-Sivas maçında Arda üç gol atıyor. Arda, Fethullahçı Zaman gazetesinde spor sayfasında göbekten manşet:

"Attığım gollerin taktiğini Hakan Abi verdi".

Yani, Hakan Şükür. Zaman gazetesiyle birlikte aynı kaptan yemek yiyen Hakan Şükür geçenlerde sporun dışına çıkıyor, Kutlu Doğum Haftası ile şampiyonluk şansı arasında bağlantı kuruyor. Yeni değil, bunu yıllardır sık sık yapıyor. O da, o cemaatin yolcusu.

Şimdi, Zaman Gazetesi, Arda üzerinden Hakan kollamasına soyunuyor. Hakan Abisi taktik vermiş de, Arda da gol atmış da, abisine teşekkür edermiş de, filan, filan.

Ucuz taktik.
Yazının Devamını Oku

40 yıl sonra 1 Mayıs

4 Mayıs 2008
O gün Mayıs 1968, bugün Mayıs 2008. Aradan kırk yıl geçiyor. Mayıs 68 efsaneye dönüşüyor. 68 Mayıs’ı sol dünya bakışına dayanıyor. Hayat onları başka alanlara sürüklese de, sol duruş yaşam tarzı olarak sol kökenden gelen kişilerin beynine mühürleniyor. Efsane belki böyle bir şey. Belki onun için hálá sıcak. "Haydi, gidip rektörlüğü basalım."

Tamam, makul. Madem ki, "sağ sol yok, boykot var", madem ki, "özgür üniversite", madem ki, "bu eğitim sistemi yoz ve değişmeli", o zaman işe değişime engel olan en tepeden, rektörlükten başlamak gerek. Sonra İstanbul’un diğer üniversiteleri, sonra Ankara, sonra İzmir. Ve nihayet tüm Türkiye’de yönetimi ele geçirmek.

1968 Mayıs’ı. Fransa, Almanya ve İngiltere’de başlayan gençlik olayları, üniversitelerin ayaklanması İstanbul’a sıçrıyor. Dünya gençliği sosyalizm ateşiyle yanıyor.

İstanbul Üniversitesi’nde Mayıs 68’in bir gece yarısı. Bütün gün öğrenci eylemleriyle geçiyor. Üniversiteden Sultanahmet’e yürüyüş. Anabasis örneği, "on binlerin yürüyüşü". Sultanahmet’te, Kurtuluş Savaşı ateşini körükleyen Halide Edip’in konuştuğu taşın çevresinde, on binler "emperyalizme karşı mücadele" andı içiyor. Yeniden üniversiteye dönülüyor, boykot her tarafı sarıyor. Gençlik bir bütün. Gençlik bir bütün olarak sol. Hangi sağ, ne sağı? Üniversiteler öğretime ara veriyor.

Gece, rektörlüğü basma önerisi yedi, sekiz kişilik bir grup arasında geçiyor. "Tamam, haydi gidiyoruz" denildiğine, o grubun çevresini bir anda, nereden çıktığı belli olmayan sivil polisler sarıyor. Grubun tamamı doğru karakola, coplar eşliğinde.

O küçük gruptan daha sonra Türkiye’nin tanıdığı altı kişi çıkıyor. Bir bakan (ANAP), bir belediye başkanı (CHP), iki profesör ve bir gazeteci.

Ve de anlı şanlı bir MİT ajanı. "Rektörlüğü basalım" diyen, işte o MİT ajanı. Ajanmış, ama kimse bilmiyor. Adam yıllar sonra deşifre oluyor.

KİMSEDE SİLAH YOK

Descartes, "Düşünüyorum, o halde varım" diyor. Yanlış! Varım o halde düşünmem gerek. Kendimi, amacımı, çevremi ve ülkemi düşünmem gerek. İçimdeki düşünce alevi, beni değişime itiyor, beni ayağa kaldırıyor, beni direnişe itiyor. Direnmek, değişimin ilk basamağı, ilk adımdaki vazgeçilmez ruh hali.

Herkes Ruhi Su dinliyor, Aşık Veysel dinliyor. Nazım okuyor, Can Yücel okuyor. Marx, Engels, Lenin külliyatı eşliğinde.

Kimsede silah yok, silah ne sözcük, çakı bile yok. Olan sadece direniş düşüncesi, düzeni değiştirme özlemi. "Düşünceyle değiştirme." Düşünceyi hayata geçirmek için, toplumu sarsmak için, eylem, kullanılan tek silah.

Yıllar sonra dünya gençlik liderlerinin yazdığı kitaplar gibi, "Biz devrimi çok sevmiştik". O sevgiyle eylem günlerinden birinde, herkes o gün çok iyi işler yaptığına inanıyor. Ertesi gün merakla gazeteleri bekliyor.

Ertesi gün Hürriyet’teki başlık, "Ooo bu ne sevgi". O günlerde Sadun Boro tekneyle dünyayı dolaşıyor ve Türkiye’ye dönüyor. Beyoğlu’ndan arabayla geçiyor, halk ona sevgi gösterisinde bulunuyor. 68 gençliği ortalığı kasıp kavurmuş ya da öyle inanıyor, iç sayfalarda ufak tefek haberler, ama manşette Sadun Boro. Hürriyet’in "Ooo bu ne sevgi" manşetini, gençlik yanıtlıyor, "Ooo, bu ne ilgi".

HÁLÁ SICAK EFSANE

O gün Mayıs 1968, bugün Mayıs 2008. Aradan kırk yıl geçiyor. 68 kuşağı kırkıncı yılını dolduruyor. Mayıs 68 efsaneye dönüşüyor.

68 Mayıs’ı eylemleriyle birlikte, sol kültüre, sol dünya bakışına dayanıyor. Bugün sol hem Türkiye’de, hem dünyada çöküyor.

Ama, sol altyapıdan gelen kişiler, o çöküşe rağmen, yaşam tarzı olarak, hayata bakış olarak, duruş olarak, kimlik olarak soldan vazgeçmiyor. Pratik hayat onları başka alanlara sürüklemiş olsa bile, sol duruş yaşam tarzı olarak beyinlerine mühürleniyor.

Efsane belki böyle bir şey. Belki onun için hálá sıcak.
Yazının Devamını Oku