Yalçın Doğan

Beşir Bey’in mişli muşlu fiilleri

31 Mayıs 2008
İÇİŞLERİ Bakanı Beşir Atalay. Meclis genel kurulunda dinleme edebiyatına yaptığı katkı sonrasında, "ortak komisyon kuralım" çağrısı ardından, CHP Grup Başkan Vekili Kemal Anadol’un yanına gidiyor. "Beni tanırsınız, ben bir yerin dinlenmesine, dinletilmesine hiç izin verir miyim?"

Ve ekliyor: "Çok üzgünüm".

Hepimiz üzgünüz. Ama, bu durumlarda üzgün olmak yetmiyor. Bu durumlarda rezilliği açığa çıkarmak gerekiyor. İşte, asıl şimdi iktidar olmak gerekiyor. Eğer, samimi ise, eğer dinlemeye gerçekten karşı ise.

PAKSÜT ÖRNEĞİ

Kemal Anadol pek inandırıcı bulmuyor:

"Siz öyle diyorsunuz ama, dinlenmekte olduğundan kuşku duyan pek çok insan var, örneğin Osman Paksüt. Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili, önünde iki önemli dava var ve dinlendiğini söylüyor".

Beşir Bey ya çok saf ya öyle görünüyor ya da birileri onu aldatıyor:

"Yok canım, ben baktırdım, Osman Paksüt dinlenmiyormuş".

Birileri Bakan Bey’e bu yönde bilgi veriyor. "Dinlenmiyormuş" dediğine göre, aldığı bilgiyi aktarıyor. Ve aldığı bilgiye inanıyor. Hatta ekliyor:

"Adamlar gelmiş, Osman Bey’e arabasını park etmesi için yardım etmek istemiş".

Beşir Bey dalga mı geçiyor, masal mı anlatıyor? Mişli, muşlu cümlelerle kimi temize çıkarmaya çalışıyor?

O adamlar, artık kimlerse, Paksüt’ün arabasını park etmek için neden yardım etmek istiyor? Onlar melek mi yoksa gönüllü koruma mı?

Dinleme konusunda cansiperane savunma yapan Beşir Bey, Anadol’un son sorusunu yanıtsız bırakıyor:

"İçişlerinde ve emniyette belli bir grubun kadrolaşması yok mu?"

Beşir Bey acaba o kadronun aldatmasına mı takılıyor yoksa o kadrolaşmaya göz mü yumuyor? "Bizden birileri" vaziyeti mi?

YAKINAN ÇOK

AKP milletvekilleri biliyorum. Üst düzey devlet görevlileri biliyorum. Siyasal sorumluluk taşıyan makam, mevki sahibi insanlar biliyorum.

Özel sohbetlerde, konu denk düştüğünde, hepsinden aynı kaygıyı duyuyorum:

"Telefonlar dinleniyor, telefonları dinliyorlar".

Beşir Bey’in uzağa gitmesine gerek yok. Yakın çevresine biraz kulak vermesi yeter. Eminim, hem de çok eminim, dinlenme ve dinleme üzerine kendisine kaygısını aktaracak çok kişi var.

Temel soru bir: Kim, neden dinliyor?

Temel soru iki: Dinleyenler topladıkları bilgileri kime servis ediyor?

Temel soru üç: Dinlemeyle hangi sonuçlar elde ediliyor?

Beşir Bey mişli, muşlu fiillerle uğraşıyor. Beşir Bey altı yıllık AKP iktidarı döneminde hayli düşük bir profil çiziyor. Beşir Bey pek öne çıkmıyor. Beşir Bey İçişleri Bakanı olarak, Türkiye’nin malum içişleri nedeniyle, istemese de, ara sıra zorunlu biçimde ekranlarda boy göstermek zorunda kalıyor. Beşir Bey bundan sıkıntı duyuyor.

Ama, Türkiye de mişli, muşlu fiillerden sıkıntı duyuyor. Daha önemlisi o fiillere inanmıyor.
Yazının Devamını Oku

Çevre Sokak’ta baz istasyonu

30 Mayıs 2008
MAVİ tulumlarıyla binaya önce iki kişi geliyor. İki kişi "baz istasyonu bakımı için geldik" diyor ve bir cep telefonu şirketinin adını veriyor. Geldikleri bina Ankara Çevre Sokak’ta.

Gelenlerin girmek istediği daire, M.G. adına, konut olarak kulanılmak üzere kiralanıyor.

Kontrat M.G. adına. Ancak, aidat B.B. adına ödeniyor.

2005 Mart ayında kiralanan daireye, 2006 Mart ayına kadar, bir yıl hiç kimse taşınmıyor.

Apartman yönetimine hiç kimse bildirimde bulunmuyor.

Buna rağmen, mavi tulumlu iki kişi, bir yıldır kimsenin taşınmadığı o dairenin numarasını vererek, "baz istasyonu bakımına geldik" diyor.
Bina yöneticileri, "ne oluyor" diye sorunca, mavi tulumlular içeri girmekten vazgeçiyor ve gidiyor.

BOŞ EVDEKİ CİHAZLAR

Aynı gün akşam saatlerinde, aynı binanın aynı dairesine, bu kez dört mavi tulumlu geliyor.

Bina yönetimi Kavaklıdere Karakolunu arıyor.

Bina yöneticileri karakoldan gelen polislerle birlikte o daireye giriyor.

Devamını apartman yöneticisi S.B.’nin daire sahibinin avukatına yazdığı yazıdan okumakta yarar var:

"Konut olarak kullanıldığını gösteren hiç bir eşyanın bulunmadığı dairenin salon ve bir odasında, önceden tesis edildiği anlaşılan ve ahşap kaplamaların ardına yerleştirilmiş çok sayıda elektronik cihaz ve akümülatör bulunduğu, tüm cihazların dört kişi tarafından sökülmeye başlandığı görülmüştür".

Bunun üzerine polisler dört kişiyi karakola götürüyor.

TAKİPSİZLİK

Olay savcılığa yansıyor. Savcı kararını veriyor: "İhbar olunanların hırsız olarak ihbar edildiklerini sanıp, buna göre savunma yaptıkları, yapılan soruşturmada şüphelinin (...) şirketi adına ve hesabına mezkur konutta oturduğu, Baz istasyonu bulunmadığı gibi, suç ve suçlu da olmadığı anlaşıldığından kovuşturmaya yer olmadığına..."

Takipsizlik kararı ama, aklıma takılan noktalar var.

1- Apartman yöneticisi, daire bir yıldır boş, diyor. Ama, savcılık kararında, o kişiler o dairede oturuyor, deniyor.

2- Savcılık kararında adı geçen şüphelilerin farklı adresleri var. Buna rağmen, kararda, o dairede oturuyorlar, deniyor.

3- Adamlar, "baz istasyonu bakımı için geldik" diyor. Apartman yöneticisi "dairede elektronik cihazlar gördük" diyor. Takipsizlik kararında, "baz istasyonu yoktur" deniyor.

BİNANIN YERİ

Belki sıradan bir olay.

Belki yanlışlıklar komedyası.

Belki bir başka şey.

Üzerinden iki yıl geçiyor.

Bugün CHP’nin dinlediği iddiaları üzerine fırtınalar kopuyor.

İki yıl önce yaşanan bu olay, bugün hatırlanmaya değer.

Baz istasyonu bakımına geldik, denilen bina Çevre Sokak’ta.

O bina, o tarihte CHP Genel Merkezi’ne bakıyor. Komplo teorilerinden nefret ediyorum ama, CHP Genel Merkezi olayın yaşandığı 23 Mart 2006 günü henüz Çevre Sokak’ta.

CHP Genel Merkezi şimdiki binasına 2006 Mayıs ayında taşınıyor.

ORTAK KOMİSYON

Dinleme, savcılık kararı olmadan insan hakları ihlali.

İnsanların özel yaşamları, kurumların ilişkileri birileri tarafından deliniyor.

İğrenç.

Her nitelikte kurumları dinlemek ise, dünyanın her yerinde iktidarlara mal olacak ölçüde ağır suç.

AKP dün bir çıkış yapıyor. Muhalefete çağrıda bulunarak, "bu işi aydınlatmak için ortak komisyon kuralım" diyor.

Hiç zaman geçirmeden, işi komisyona havale mantığından sıyrılarak, ortak komisyonun harekete geçmesi gerek.

Bu işi temizlemek, suçluları bulmak AKP’nin sorumluluğu.
Yazının Devamını Oku

Arazi kadar bu film de mayınlı

29 Mayıs 2008
MAYINLARI devlet döşüyor. Türkiye-Suriye sınırında 615.419 mayın var. Doğru okuyorsunuz, 615 bin 419 mayın. 780 kilometre uzunluğunda, 300 metre ile bir kilometre arasında değişen genişlikteki arazi 508 bin dekar.

Bu topraklar mayın dolu.

Mayınları devlet 1950’lerin ikinci yarısından itibaren döşüyor.

Sınırda kaçakçılığı önlemek üzerine.

Bugün bakıldığında, ilkel.

Elli yıl öncesinde, kaçakçılığı önlemenin çaresizliği.

Bu mayınlar bir zamanlar çeşitli filmlere konu oluyor.

Bugünlerde mayınlarla ilgili yeni bir filmin senaryosu yazılıyor.

Olay mayınla ilgili, ama film de, mayınlı.

Doğrular ve eğriler senaryoda içiçe.

1992’DE BAŞLADI

Tayyip Erdoğan önceki gün GAP Eylem Planını açıklıyor.

Açıklamasında, "mayınlı arazilerin temizleneceğini ve buranın tarıma açılacağını" söylüyor.

Doğru.

Meclis komisyonlarında konuya dönük bir yasa tasarısı var.

Mayınların temizlenmesini öngören bir tasarı.

Temizlemek doğru bir karar.

Tekniğin bu kadar geliştiği günümüzde, kaçakçılığı önlemek için hala ne mayını?

Aslında, anılan bölgeyi mayından temizleme kararı 1992’de veriliyor.

Bugüne kadar askıda kalıyor.

Temizleme görevi o tarihte Genelkurmay’a ait.

DANIŞTAY’DAN İPTAL

2005’te AKP Hükümeti bir kararname çıkartarak, mayın temizleme işlemini özel firmalara veriyor.

"İhaleyi Maliye Bakanı yürütür" kaydıyla.

Bir başka maddesinde, mayını temizleyen firmaya, arazinin kullanım yetkisi veriliyor.

CHP milletvekili Atilla Kart olayı yakından izliyor.

CHP kararnamenin iptali için Danıştay’a başvuruyor.

Mayın temizleme doğru, ama mayını temizlenen arazinin kullanımı ayrı, gerekçesiyle.

Kart’ın verdiği bilgiye göre, CHP, mayını temizlendikten sonra, arazinin bölgedeki topraksız köylüye verilmesini öneriyor.

Danıştay 16 Nisan 2007 tarih ve 2007/3295 sayılı kararıyla kararnameyi durduruyor.

"Maliye bir firmaya görev verebilir, ancak araziyi temizleyen firma ile kullanacak firmanın aynı olması Devlet İhale Yasasına ve kamu yararına aykırıdır" gerekçesiyle.

BUNA RAĞMEN YASA

Mayınlı arazideki mayınlı film burada.

Danıştay’ın durdurduğu kararname bugünlerde yasa tasarısına bürünerek yeniden huzurlarınızda.

Tasarıdan iki madde:

* Mayından temizlenecek arazi, tarımsal faaliyette kullanılanmak üzere yükleniciye bırakılacaktır".

* Mayın temizleme ihalesi ve danışmanlık hizmetleri Devlet İhale Yasası ile Kamu İhale Yasasına tabi olmaksızın Maliye Bakanı tarafından yürütülür.

AKP Danıştay iptalini, yani hukuku umursamıyor.

Araziyi, yine mayından temizleyecek firmaya bırakıyor.

Üstelik, ihaleye bile çıkmadan.

Kendi belirleyeceği bir firmaya. Tasarıya göre, 44 yıllığına.

Kullanılamıyor ama, o bölge organik tarıma çok elverişli.

Şimdi ihaleye çıkmadan, bir firmaya temizlet ve o firmaya ver.

AKP döneminde örnekleri zaman zaman görülen tipik uygulamalardan biri.

Büyük işlerde ya tek firma katılıyor ya ihaleye hiç çıkılmıyor, iş bitiyor.

Eğer, bu tasarı gerçekten böyle yasalaşır ve bu biçimde uygulanırsa, günün birinde Yüce Divan’ın önünde bir dosya daha olacak.
Yazının Devamını Oku

Gül sürekli kaçak güreşiyor

28 Mayıs 2008
"Bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum." Olabilir. O konu artık ne ise.<br><br>"Bu konuda bir şey söylemek istemiyorum." O da, olabilir. O konu da, artık ne ise.

"Ben söylediklerimi üstü kapalı söylemeye çalışıyorum."

Hah, işte şimdi tamam. Üstü filan değil, her tarafı kapalı.

Dikkat ediyorum, gerçekte eskiden beri, hele de Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Abdullah Gül’ün dişe dokunur tek bir açıklaması yok. Konu ne olursa olsun.

Adına açıklama denilen, yurt dışına giderken, dönerken, bir yurt içi gezisinde, açık bir toplantıda, herhangi bir konuyla ilgili sözleri ya da gazetecilerin sorularına verdiği yanıtlar genel ve beylik laflardan ibaret.

İncir çekirdeğini doldurmuyor. Eski deyimle, esasa müteallik, yani konu ne ise, onun içeriğine, özüne dönük tek bir cümle yok.

KİME SORALIM, KİME

O kadar ki, eşi Hayrünnisa Hanımın Milli Saraylar’dan Osmanlı dönemine ait eserleri Çankaya Köşkü’ne getirtmek istediği yolundaki soruya bile şunu söylüyor:

"O konuyu Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri’ne sorun, konuyu o biliyor."

Genel Sekreter’e mi? Sadece Genel Sekreter’e değil, aynı zamanda Maden Tetkik Arama, Devlet Su İşleri, Harita ve Oşinografi Daire Başkanlığı ya da Meteoroloji Genel Müdürlüğüne, belki Zirai Mücadele, icabında Karayolları Genel Müdürlüğü’ne de sormak mümkün.

Bunun adına politikada kaçak güreş deniyor.

Ve insanlarda hiç olumlu izlenim bırakmıyor.

Tersine, kaçamak yanıtlar güven zedeliyor.

Gül neden böyle yapıyor?

1- Ya yeterince bilgi sahibi değil.

2- Ya amacı farklı, bunu saklamak niyetinde.

3- Ya hata yapmaktan korkuyor.

4- Ya da kendine, olayların üstünde kalmak, gibi farklı bir misyon çiziyor, ama misyon gerçekle uyuşmuyor.

Belki, hepsi birden.

TOPLUMSAL MEŞRUİYET

Oysa, işin özü çok başka. Aslında Gül şu anda kendisine toplumsal meşruiyet arıyor.

Gül TBMM’nin demokratik ölçüler içinde seçtiği, meşru bir Cumhurbaşkanı.

Bunun su götürür hiç bir yanı yok.

Meşru, ama toplumda çoğunluğun benimsemediği bir Cumhurbaşkanı.

Bunu bilerek ve bunun rahatsızlığı içinde, kendini öteki çoğunluğa kabul ettirmek çabası taşıyor.

Öteki çoğunluğa kabul ettirmenin yolunu kendine göre bulduğunu sanıyor.

Bazı edebiyatçılar, gazeteciler, tarihçiler, sanatçılar ve müzisyenlerle öğle yemeklerinde buluşarak.

Farklı çevrelerden gelen insanlarla bir arada olarak, toplumsal meşruiyet kazanmak düşüncesi.

Orada da, hataya düşüyor.

Çağırdığı kişiler ya ona yakın ya da en azından öteki çoğunluğu tam anlamıyla temsil etmeyenler.

Bazı istisnalar dışında, sen, ben, bizim oğlan vaziyeti.

TV’lerde ve gazetelerde büyük laflar, Cumhurbaşkanı Gül filancayla görüştü, şuraya gitti, bu açıklamayı yaptı.

İçi boş sözler.

Aslında, dışarıya yansıyan görüşmeleri ve bir anlam ifade etmeyen açıklamaları dışında, kamu oyuna yansımayan açıklama ve görüşmelerine bakmak gerek. Gerçek Gül orada.

Gül’ün toplumsal meşruiyet arayışı, yaptığı açıklamalar gibi, sade suya tirit.
Yazının Devamını Oku

Kalbim Belgrad’da

27 Mayıs 2008
<b>BELGRAD </b><br>BELLİ bir yaşın üstündeki kadınlar, erkekler parkta satranç oynuyor.

Belgrad’ın doğusu, batısı, kuzeyi, güneyinde 500-600 kilometre yol yapıyorum. Tek, ama tek bir avuç kadar çorak toprak parçası yok.

Her yer, ama her yer yeşil. Her yer orman, her yer yeşil bitki örtüsü. Ekili, biçili. Amerikalıların "cultivated area" dedikleri, modern ve bakımlı, ülkenin gelişmişlik göstergelerinden.

Sırbistan’da dolaştığım onca köy, kasaba... Hayır böyle köy ve kasabalar Almanya’da, İsviçre’de, Fransa’da var. Sırbistan tam bir Avrupa ülkesi.

Eksiksiz bir altyapı. Binaları, yolları, suyu, elektriği ille de yeşili ile.

Yazının Devamını Oku

Bombalanan ıhlamur ağacı tedavi edildi, şimdi sapasağlam

25 Mayıs 2008
Belgrad’dayım. 1999’da NATO uçakları tarafından bombalanan ve harabeye dönen İçişleri Bakanlığı binasının önündeyim. Sırplar, şan olsun diye binaya dokunmuyor. İçindeki dosyalara kadar. Bazıları hálá raflarda, çoğu yerlerde serpili. Bombalar binanın önündeki o ıhlamur ağacına da isabet ediyor. Gövdesinden kopuyor. Ayakta kalan öteki yarısı çiçek açmaya devam ediyor.

Sallanan perdeler

Ya ıhlamur ağacının kabahati ne? Sen gel, o binanın dibinde boy ver. Sen gel, her mevsim o caddeyi ıhlamur kokularıyla şenlendir. Bombalar o ıhlamur ağacına da isabet ediyor. Ağacın yarısı, gövdesinden kopuyor. Ayakta kalan öteki yarısı ise, çiçek açmaya devam ediyor. Ihlamur da vurulmuş, ama hálá yeşil. Sırplar ıhlamur ağacını tedavi ediyor. Ağacı koruduklarını ele güne göstermek için, ağacı özel olarak aydınlatıyorlar. Ne var ki, tek bir ağaca bu kadar özen gösteren Sırplar, yıllardır birlikte yaşadıkları insanlara aynı özeni gösteremiyor. Bombalarla yıkılan binalara dokunmuyorlar. Yine ele güne göstermek için. Belgrad’ın orta yerindeki yıkıntı bir tarihi vurguluyor. Perdelerin her rüzgárda sallanması, tarihin hüznü.

Perdeler dışarıda. Nemli rüzgárda tembel tembel sallanıyor.

Perdeler dokuz yıldır dışarıda, dokuz yıldır, her rüzgára dayanıyor. Bu perdeler inatçı.

1999, bir gece yarısı. Belgrad.

Şiddetli yağan yağmur sonrasında, kara bulutlar arasından aniden uçak filoları beliriyor. NATO savaş uçakları. Hedef Belgrad’ın bazı binaları. Nokta atışlar. Başta Sırbistan Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı.

Bombalar hiç sekmiyor. Sağdaki, soldaki binalar sapasağlam. Ama bu iki bina kısa sürede enkaza dönüşüyor.

NATO, Belgrad’ı vuruyor. Çünkü Sırbistan 1999’da Kosova’da etnik temizliğe kalkışıyor.

Kosova, Sırbistan için, daha 1300’lerden itibaren derin bir yara, aynı zamanda ütopya.

Osmanlı Devleti 1300’lerin ilk yarısında ve ikinci yarısında Balkanlar’ı fethediyor. O günkü Sırp Krallığı’nın ve de 20. yüzyıldaki Yugoslavya’nın aklı hep Kosova’da. Kendilerinin doğumunu Kosova’da görüyor. Osmanlı’nın Kosova ve Niğbolu zaferleri, yedi yüz yıldır onların, yüreğinden atamadığı acılar.

PARÇALANMIŞ KLİMALAR

1999’da Kosova Sırbistan’dan ayrılmak istediğinde, Sırplar çılgına dönüyor. Tarihin en büyük etnik katliamlarından biri yaşanıyor. Sonunda olaya NATO müdahale ediyor. Yağmurlu bir gece yarısı bombardıman uçaklarıyla.

O gece vurulan İçişleri Bakanlığı önündeyim.

Bina tam cepheden vuruluyor. Gerçi, taş taş üstünde kalıyor, ama bina bina olmaktan çıkıyor.

Dokuz yıldır, bazen bir parça beton daha çöküyor, bazen bir demir kiriş daha kırılıyor. Tepedeki çelik örgü, sokaktan geçenleri korumak için.

Sırplar, şan olsun diye binaya dokunmuyor. İçindeki dosyalara kadar. Bazıları hálá raflarda, çoğu yerlerde serpilmiş. Zaten artık hiçbir işe yaramayan o dosyalar bombardımanın farklı tanıkları. Tıpkı perdeler gibi. Tıpkı parçalanmış klimalar gibi.

Binanın girişinde bir amblem var. Altı meşalenin birbirine dayandığı amblem. Eski Yugoslavya’nın birliğini temsil ediyor. Altı cumhuriyeti temsilen. Altında bir tarih yazılı. 29.11.1943. Yugoslavya’nın kuruluş tarihi.

Sırplar, o kırık dökük binadaki o amblemi akşamları halen aydınlatıyor. Altı yüz yıllık rüya gerçekleşiyor, ütopya hayatın kendisi oluyor. Ama, sonra tekrar kuş olup uçuyor, geriye o amblem kalıyor. Geceleri aydınlatma, geçmişe özlem.

Bir açıdan, büyük siyasi hataları, ülkenin ödediği faturayı da aslında yine aynı ışıklar aydınlatıyor. Gerçek ve fatura ve ütopya aynı anda aydınlatılıyor.
Yazının Devamını Oku

Mistik fonda ’Deli’ rock

24 Mayıs 2008
<b>Belgrad</b><br>EN genç yarışmacı 16 yaşında. Arnavutluk’tan. Sesi ve kendisi güzel bir kız. Zaten bugün finalde. En dikkat çeken şarkıcılardan birisi Gürcistan’dan. Görme özürlü, sesi güzel, şarkıları da güzel.

Zaten bugün finalde.

Sahneyi, söyledikleri şarkıyla en iyi kullanan Letonya. Korsan kıyafetleri ile söyledikleri şarkı, "we are lords of the sea" çok hareketli. Zaten bugün finalde.

En iyi şarkı içeriği, müziği ile birlikte İzlanda. "I wanna change things, this is my life", ben her şeyi değiştirmek istiyorum, bu benim hayatım, anlamında. Çok etkileyici bir müzik. Zaten bugün finalde.

BELGRAD ARENA

Eurovision elemelerini izliyorum. Belgrad Arena’da.

Bizim de, Mor ve Ötesi grubu ile temsil edildiğimiz, grubun seslendirdiği "Deli" parçasıyla bugün yapılacak finallere katılma hakkı kazandığımız Eurovision elemesi.

Muhteşem bir salon, bir Arena. Baştan sona çelik konstruksiyon. Yerden tavana yüksekliği yüz metreyi aşıyor.

20 bin kişilik.

Stadyum gibi.

Türkiye’de böyle bir arena yok.

Yükseklik ve derinlik, her an değişebilen, oynak sahne, ses ve ışık oyunları eşliğinde, Belgrad Arena’ya sihirli bir cazibe katıyor.

Her şarkıda yerinden hop oturup, hop kalkan 20 bin kişi, ne bir çiçek eziyor ne bir bardak kırıyor.

Birbirine ne bağıran var, ne birbirini iten ya da benzeri.

Garip insanlar.

Bize hiç benzemiyorlar.

KARAGÖZ-HACİVAT

İşte, bizim Mor ve Ötesi grubu sahnede.

Grup iyi, müzik rock ve biz de bugün finalde yarışıyoruz.

Ancak, dikkatimi çeken iki nokta var.

1. Her ülke için Sırplar bir klip hazırlıyorlar.

O ülke sahne alırken, klip sahnenin yanında.

Klipte ülkenin özellikleri var.

Bizimkinde döner kebap var.

Elli yıldır, tanıma ya da tanıtmanın simgesi aynı, döner kebap.

2. Her grup sahnede şarkı söylerken, arkada bir fon var.

Bizdeki fon, Karagöz, Hacivat, Ramazan davulu, semazen ve ne olduğunu anlayamadığım bir garip maske.

Hafif ruhani, mistik bir fon.

43 Avrupa ülkesinin katıldığı bir müzik yarışmasında, hálá mistik hava pompalamak.

Ne sahnedeki Mor ve Ötesi ile ne de seslendirdikleri rock parçasıyla uzak-yakın ilgisi var.

Avrupa’da modern bir yarışma, ama yine Doğulu bir mistisizmden perişan simgeler.

Asıl "dam üstünde saksağan" burada.

KÜLTÜR TEMSİLCİSİ

Eurovision 1956’dan bu yana var.

Almanya, Fransa, İngiltere ve İspanya kurucu üye ve bu organizasyona en çok para harcayan ülkeler olarak, her finale doğrudan katılıyor. Finalin doğrudan katılımcısı, bir önceki yıl Eurovision’da birinci olan ülke.

Bugün o ülke Sırbistan.

Türkiye, Eurovision’a 1975’de katılıyor.

Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında.

O tarihte tartışma akıllara durgunluk veren türde.

İşin içine politika giriyor.

Katılalım, katılmayalım, tartışmaları arasında, Dışişleri resmi görüşünü patlatıyor:

"Katılmayalım, çünkü Türkiye’nin tanıtımı açısından yararlı olmaz."

Sporun ve müziğin ve benzeri yarışmaların tanıtımda ve ülkeleri birbirine yakınlaştırmadaki rolünü bizimkilerin anlaması için yıllar geçiyor.

Bu tür yarışmalarda, burada Belgrad’da görüyorum, ülkeler kendi gruplarının arkasında.

Bizden de, Kültür Bakanlığı Belgrad’a bir temsilci gönderiyor. İyi.

Temsilci ya harcırahı yetmediğinden ya başka nedenle yarışma başlamadan dönüyor.

Kötü.

1975’de Dışişleri açıklamasından bugüne kadar aldığımız rol bu.

Üstelik, birincilik, üçüncülük ve dördüncülüklerimiz var.

MÜZİK VE POLİTİKA

Oylamaları halklar yapıyor.

Yine de politik yakınlık rol oynuyor.

Müzikten etkilenmek, dışlanmak ayrı, ama kulis oylamalarda hareketli.

Geçen yıl yarışmayı kazanan Sırplarla konuşuyorum.

"Parçamız iyi idi, ama iyi de ilişkiler kurmuştuk".

Ben, Belgrad’da bizim kurduğumuz bir ilişkiyi göremiyorum.
Yazının Devamını Oku

Bölünmenin ruh hali

23 Mayıs 2008
<b>BELGRAD</b><br>HİÇ biri mutlu değil. Üstelik, eskiye göre daha yoksul.Belgrad’ın en eski ve en lüks lokantalarından biri. Bir zamanlar sadece Yugoslavya’nın değil, dünyada bağlantısız ülkelerin lideri Tito’nun sık sık uğradığı bir lokanta. Yemekte sekiz kişiyiz. Belgrad’ın siyasi olmayan, saygın kişileri ile birlikte.

Sırbistan Balkanların en önemli ülkesi. Türkiye Avrupa-Asya hattında en önemli ülke.

Türkiye ile Sırbistan arasındaki köprü bütün bölgeyi kapsıyor.

Şu sıralarda o köprünün altından her zamanki su akmasa bile.

DOKUZA DOĞRU
Bir Yugoslavya’dan yedi ayrı ülke doğuyor.

Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ, Makedonya ve son olarak Kosova.

Buna iki yenisinin daha eklenebileceği konuşuluyor.

Voyvodina ve Sancak.

Dolayısıyla, parçalanmanın, bölünmenin, etnik kapışmanın sonuçlarını en iyi yaşayan yerlerden biri Sırbistan’ın başkenti Belgrad.

Tam yedi ayrı ülke, inanılmaz.

Böylesine bir bölünme insanlarda nasıl bir ruh hali yaratıyor?

Bölünmeden sokaktaki insan nasıl etkileniyor?

Onlara ne kalıyor?

Bölen ve bölünendeki ruh hali nedir?

HANGİ MUTLULUK
Yemekte uzun uzun bunlar konuşuluyor.

Yukarıdaki soruları masadaki üç profesör yanıtlıyor:

"-Yugoslavya bir bütün iken, hepimiz mutluyduk. Şimdi hiç kimse mutlu değil."

-Büyük ve bütün kalmak insanlara daima güç veriyor. Şimdi kolumuz, bacağımız kopmuş, dişlerimiz dökülmüş. Güç mü kalır?

-Farklı kültürlerin bir arada yaşaması zenginliktir, diye bir söz var. Bu sözün ne kadar doğru olduğunu şimdi yaşayarak öğreniyoruz."

Zenginliğe katkıda bulunan bir başka gerçek daha var.

Bölünmüş ülkelerde yaşayan insanların yüzde yetmişi birbiri ile evli.

Karısı, kocası, halası, dayısı, biri orada, biri burada. Hangi mutluluk?

KÖTÜ YÖNETİMLER
Bölünme en sert etkisini ekonomide gösteriyor.

Bir bütün iken, geniş bir ekonomik pazar var.

Büyük pazar herkesin lehine işliyor.

Bölünme ile birlikte hepsinin tek tek ekonomik refahı geriliyor.

Küçülen, ayrılan ülkeler ayakları üzerinde durmaya çalışıyor.

Bir bütün iken, kişi başına düşen gelir 3000 dolar.

Şimdi ayrılan ülkelerde bunun yarısından az.

Bölünmenin tam ortasında yaşamış, ikisi fen, diğeri sosyal bilim dalından gelen profesörler soruyorum "O halde bölünme neden?"

İlk anda sıradan gibi gelen, çarpıcı bir yanıtta birleşiyor üçü de:

"Kötü politikacılar yüzünden bölündük. Çünkü kötü yönetildik"

Kötü yönetimlerin faturasını halk ödüyor.

BİZE UZAK
Belgrad’a inince, havaalanından kent merkezine giderken, hemen fark etmek mümkün.

Evet, burası Avrupa. Osmanlının eski eyaletleri ama, her yönüyle burası Avrupa.

Yeşili, onca soruna rağmen huzuru, sokakta sıradan insan davranışları ile burası Avrupa. Bölünmüşlüğün verdiği bir hüzün var.

İnsanın içine işliyor.

O hüzün insan davranışlarına, dikkat olarak yansıyor.

Kendi halindelik olarak yansıyor.

Evet, burası Avrupa.

Bize çok uzak.

3600 terörist grup

DÜNYA Bankası bir araştırma yapıyor.

Dünyanın çeşitli bölgelerinde 3600 terörist grup var.

Bunlar terörizme farklı amaçlarla yöneliyor.

Kimi etnik, kimi dini, kimi ideolojik nedenlerle.

Soygun ve çete anlamında, adi terör yaratanlar da var.

3600 içinde halen 84 faal terörist grup var.

Yine dünyanın farklı coğrafyalarında.

Yaşadığımız yüzyılın en büyük gerçeklerinden biri terör.

Bu kadar yaygın olduğuna göre, terörle mücadelede ülkelerin aslında bir birine dayanması gerek.

Ne yazık ki öyle değil.

Terör ne kadar gerçek ise, terörle mücadelede dayanışma o kadar eksik.
Yazının Devamını Oku