Yalçın Doğan

Savaş ve isyan ve çılgınlık

10 Haziran 2008
İLAN Milli Eğitim Bakanlığı’ndan. Destek Halkbank’tan. Amaç, masum ve yerinde. Okuma Yazma Kampanyası.

Milli Eğitim Bakanlığı okuma yazma bilmeyenler için kampanya başlatıyor.

Kampanyaya katılanlara aynı zamanda ödül kazandırıyor.

Ödül, katılımı teşvik için.

Güzel bir girişim.

Yazının Devamını Oku

Bana önyargı verin dünyayı yerinden oynatayım

8 Haziran 2008
Santiago madem böyle bir suç işliyor, o halde ölmeli. Başta Angela’nın erkek kardeşleri olmak üzere, kasabanın kararı bu. Cinayet sonrasında sorgu yargıcının hükmü ise, namus cinayetlerinin işlendiği bütün bölgelerde geçerli: "Bana önyargı verin, bütün dünyayı yerinden oynatayım." Kasabadaki önyargı cinayetin görünmez aracı. Sevişme sahnesi şiir gibi. Lirik ve gerçek gibi. Kadın, Angela Vicario (Meriç Benlioğlu), erkek Bayardo San Roman (Burak Davutoğlu). Zifaf gecesinde ürkek dokunuşlarla başlayan sevişme, kısa sürede ikisini de, hırçın dalgalara sürüklüyor. Saatler sonunda sakin bir liman.

Oysa, bütün olay o sakin gibi görünen limanda başlıyor. Çünkü, Angela bakire çıkmıyor. İspanya’da ölüm güncesi. Pek çok ülkede olduğu gibi. Namusun iki bacak arasında arandığı bir başka sahtekarlık.

Nobel ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in, bana göre, özellikle her gazetecinin mutlaka okuması gereken romanı, Kırmızı Pazartesi. Roman ilk kez Türkiye’de senaryoya dönüştürülüyor. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahneye konuyor.

Romanı oyunlaştıran ve yöneten Macit Koper. Geçen hafta izlediğim Kırmızı Pazartesi, muhteşem bir yönetim. Ayrıca, oyunda aksayan tek bir oyuncu yok. Her enstrümanı notaya uygun, kusursuz çalan bir orkestra gibi. Sahnede tek tek oyuncular yok, sanki bir koro gibi. Birbiriyle bağ kuran oyuncu ve sahneler, nefes kesen tempoda. Zengin dekor eşliğinde.

DİKKAT ET SANTİAGO

Salona girdiğinizde, her koltuğun arkasında bir sarı zarf. Zarftan çıkan çamurlu kağıtta şu yazılı: "Dikkat et Santiago Nasar seni öldürecekler!..."

Oyun başlamadan, daha bu zarfla birlikte seyirci kendini oyunun içinde buluyor. Brechtvari, epik bir oyun.

Öldürüleceği ilan edilen Santiago (Murat Coşkuner), zifaf gecesinde bakire çıkmayan Angela’nın, "Olan bitenin bütün sorumlusu o" dediği kasabanın genç ve yakışıklı delikanlısı.

Santiago madem böyle bir suç işliyor, o halde ölmeli. Başta Angela’nın erkek kardeşleri olmak üzere, kasabanın örtülü kararı bu.

Örtülü, çünkü cinayetin işleneceğini bütün kasaba biliyor. Belediye başkanı, papazı, kasabı, bakkalı, pansiyoncusu herkes biliyor, ama kimse cinayeti önlemek için adım atmıyor.

BIÇAK HER GÜN BİLENİYOR

Çünkü, ortada temizlenmesi gereken bir namus var. Töre böyle emrediyor. Namus ancak cinayetle temizleniyor. İki kişinin bıçakla işlediği cinayet, aslında kasabanın ortaklaşa işlediği cinayet.

Kaldı ki, o işi yapanın Santiago olduğu da kesin değil.

Cinayet sonrasında sorgu yargıcının hükmü ise, namus cinayetlerinin işlendiği bütün bölgelerde geçerli: "Bana önyargı verin, bütün dünyayı yerinden oynatayım." Kasabadaki önyargı cinayetin görünmez aracı.

Daha da feci olan, cinayetin işlenmesini izleyen kasaba halkı, cinayet sonrasında da, kanlı eylemin yanında duruyor. Kimsede pişmanlık yok. Herkes kendine göre bir gerekçeyle, vicdanını temize çıkarmak peşinde. Töreye karşı çıkmak, dünyayı değiştirmek, kolay değil.

Kırmızı Pazartesi, çünkü cinayetin işlendiği bıçaklar, kasapta bir pazartesi günü bileniyor. Herkesin gözü önünde ve herkesin bildiği amaçla.

O bıçaklar dünyanın belli bölgelerinde sadece pazartesileri değil, her gün bileniyor. Bazen töre cinayetleri için, bazen başka amaçlarla.

Önemli olan, biz o cinayetlerin ne kadar tanığıyız? Cinayetleri önceden ne kadar biliyoruz ve önlemek için ne yapıyoruz?

Önlemek için hazırsanız, oyun boyunca olayları anlatan, bizi cinayet gününe götüren anlatıcı (Murat Garibağaoğlu) gibi, yüzlerce sayfalık, çamurlaşmış mahkeme dosyasını fırlatmanız yeter.
Yazının Devamını Oku

Gerekçede şu cümle olacaksa

7 Haziran 2008
DEVAMI, dehşet yolculuğuna dönüşebilir. Hiç arzu etmiyorum.Devamı, bilinen ve bilinmeyen dosyaların kapaklarını aralayabilir. Hiç arzu etmiyorum. Devamı, Türkiye’de siyasetin ne kadar engebelerle dolu olduğunu yeniden gösterebilir. Hiç arzu etmiyorum.

Devamı, bir cümleye bağlı.

Anayasa Mahkemesi’nin türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını öngören Anayasa değişikliğini iptal etmesi, tek başına iptalin çok ötesinde. Kararın pek çok hukuki ve siyasal sonuçlar yaratacağı ortada.

O sonuçlardan biri şu anda perde gerisinde. Çünkü, iptal gerekçesine bağlı.

TEKLİF EDİLEMEZ


İptal kararı kadar, gerekçesi de önemli. Hatta, gerekçe kararın ötesine geçen anlam taşıyabiliyor. Sonuçlar yaratabiliyor.

Gerekçe henüz ortada yok. Birkaç ay içinde yayınlanması söz konusu. Eğer, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı gerekçesinde şu cümle olacaksa:

"Türbanı yükseköğrenimde serbest bırakan değişiklik, Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleriyle ilgili bir değişikliktir".

Böyle bir cümlenin gerekçede yer almasını hiç ve asla arzu etmiyorum.

Eğer, gerekçede böyle bir cümle yer alırsa, işte asıl o zaman siyasal ve hukuksal anlamda, dehşet yolculuğu başlayabilir. Pek çok bilinen ve bilinmeyenle birlikte.

Çünkü, bu cümle, Türk Ceza Kanunu’nun belli maddelerinin kapsamına girebiliyor. Ağır cezalar öngören maddeler kapsamına.

AKP VE MHP BİRLİKTE

Kaldı ki, gerekçeye eğer böyle bir cümle yazılırsa, bu, değişikliğe imza atan iki partiyi de etkileyebilecek.

AKP ve MHP’yi, birlikte

Onun için, gerekçe, kararı aşabilecek gelişmelerin kapısını aralayabilecek.

Onun için, devamında, gerekçede böyle bir cümlenin yer almasını hiç arzu etmiyorum.

Onun için, AKP’nin, hatta MHP ortaklığında, artık türban dayatmasından vazgeçmesini arzu ediyorum. Kaldı ki:

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin arka arkaya kararları, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nin geçmişteki ve bugünkü kararlarından sonra, yükseköğretimde türban artık yıllar ve yıllarca mümkün değil.

İki çelişkili doğru

DEMOKRATİK toplumlarda dayatmayla özlenen sonuç elde edilmiyor. Dayatma sadece türbanla ilgili değil. Türban bir simge.

Laik düzen, demokrasilerde kendisini hukukla koruyor. Anayasa Mahkemesi’ne kızmak onun için yanlış.

Şu doğru: Anayasa Mahkemesi Meclis üzerinde bir iradeye sahip.

Ama, şu da doğru: Demokratik düzen, demokrasi içinde kalarak, kendisini hukuk yoluyla savunuyor, hukuk yoluyla denetliyor.

YA YÖK BAŞKANI

Denklemde şu anda gündemde bulunmayan başka biri daha var. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan.

Türban değişikliği daha Meclis’ten geçer geçmez, Yusuf Ziya Bey üniversitelerde türbanın artık serbest olduğuna ilişkin genelge yayınlıyor. Erken bir genelge.

Şimdi Yusuf Ziya Bey’in durumu da tartışılıyor. Ama, o tartışma henüz geride. Ona gelinceye kadar, şimdi çok daha ciddi sorunlar var.
Yazının Devamını Oku

Ezber bozan 74 dakika

6 Haziran 2008
HER türlü kötülüğün anası medya. En güvenilmez, en suçlu kurum medya. En yalancı kurum, yine medya.

Siyasilerin kızdıkları manşetler, haberler, yorumlar, karikatürler, fotoğraflar karşısında acil eylem planında kaçınılmaz hedef, medya.Herhangi bir haberin veriliş biçimine ya da verilip verilmediğine kızan sokaktaki vatandaşın acil tepkisi daha farklı, ama aynı kapıya çıkıyor. Bu medya satılmış, patronun işini takip ediyor,Sıradan bir vatandaşın, kendine göre içerlediği bir haber ve yoruma karşı acil bilmişliği, diğerleri ile paralel.

Patron emrediyor, bunlar yazıyor.Ah, bu medya olmasa, Türkiye güllük gülistanlık.

SÜBJEKTİF BAKIŞ
Son yılların bir alışkanlığı var.

Yazının Devamını Oku

Hava pis, su pis her yer pis

5 Haziran 2008
SON üç yılda on üç milyon metrekare orman turistik tesisler için feda ediliyor.

Karadeniz ve Isparta-Antalya otoyolları nedeniyle ormanlar kesiliyor.

Kaz Dağları, Marmaris ve Bodrum’daki orman alanları madencilik için talan ediliyor.

Ama, Türkiye bugün Dünya Çevre Günü’nü kutluyor.

Ormanlar açısından çevre vaziyeti, bugünü kutlamak ne kelime, ele güne karşı, hatta utandırıcı.

Yazının Devamını Oku

Beşir ve Önder beylere bir şampanya

4 Haziran 2008
TELEFONLAR kapatılıyor, girişte görevlilere teslim ediliyor. Bazı devlet dairelerine ve bazı özel firmalara girerken, telefonlarla ilgili bu uygulama çok yaygın.

Kapatılması normal.

Girişte teslim edilmesinin başka bir anlamı var.

Kapalı iken bile, telefon dinleme aracı olarak kullanılabiliyor.

* * *

Meclis kürsüsünde İçişleri Bakanı Beşir Atalay o kadar inandırıcı ki, "telefon dinlemelerine karşı ortak bir mücadele verelim, bir komisyon kuralım ve bunu önleyelim" diyor.

Makul, iyi, güzel.

Ardından "telefonlar dinleniyor, demiyorlar mı, çok üzülüyorum, zaten ben öğrendim, dinlenmiyormuş" diye ekliyor.

Makul, iyi, güzel.

Makul, iyi ve güzel olmayan Beşir Bey’in sözlerinin gerçek dışı olması.

Beşir Bey’in bu açıklamaları daha kağıda dökülmeden, haber patlıyor.

Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı 25 Nisan 2007’de mahkemeye başvurarak, telefon dinleme izninin üç ay süreyle uzatılmasını istiyor ve mahkeme dinlemeyi uzatıyor.

Süre uzatımı istediğine göre, demek zaten dinleniyor.

DÜĞMEYE BASMAK

Emniyet Genel Müdürlüğü doğrudan İçişleri Bakanına bağlı.

Beşir Bey’in konumu şu anda ne?

İki olasılık var.

1-Beşir Bey İçişleri Bakanı olarak bunu bilmiyor.

O zaman, o koltukta boşuna oturuyor.

2-Beşir Bey İçişleri Bakanı olarak bunu biliyor.

O zaman, hepimizi aldatıyor.

Her ne kadar, dinleme izni geçen yıla ait ise de, yine AKP iktidarda.

Her ne kadar, o sırada Beşir Bey İçişleri Bakanı değilse de, yine kabine üyesi.

Siyasal sorumluluğu var.

Emniyet İstihbarat Dairesinin kendiliğinden, yani siyasal iradeye danışmadan böyle bir girişimde bulunması çok güç.

Eğer, öyle ise, bu durumda o dairede yetkili olanların görevden alınmaları gerek.

Onları görevden almak için düğmeye basacak ilk kişi, Beşir Bey.

Telefon dinlemelerine karşı isyanı ve Meclisteki konuşması böylelikle püfff, mum gibi sönüyor.

TELEFON İNCİSİ

Sönen bir başka kişi CHP Genel Sekreteri Önder Sav.

CHP iktidar olmak istemiyor. Ayrıca, muhalefet olmayı da beceremiyor.

Muhalefet etmek adına, Baykal’ın CHP Grubu’nda salı vaazları, arada sırada bir TV, iki gazeteye demeç, ayaküstü üç, beş laf, idare edip gidiyor. Bunun adı muhalefet oluyor. AKP, o nedenle Baykal’dan çok memnun.

CHP muhalefetine son örnek, AKP’ye son katkı, Sav’ın telefon incisi. Elin oğlu Sav’ın telefonunu dinliyor ve satır satır gazetesinde yayınlıyor.

Baykal kıyamet kopartıyor, gensoru, mensoru, derin AKP, merin AKP.

Aaa, meğer Önder Bey telefonunu açık bırakıyor. Bütün o laflar püfff, mum gibi sönüyor.

Baykal fena çuvallıyor, ama esas oğlan, Önder Bey.

YOKSA ŞAMPANYA

Buna rağmen, o olasılık hálá mevcut.

Önder Bey telefonunu açık bırakmıyor ve fakat telefonu yine de dinlenmiş oluyor.

Önder Bey’i bu saatten sonra ancak bu muhteşem olasılık kurtarabilir.

Yoksa, CHP usulü muhalefetin şerefine bir şampanya daha.

Yine de, asıl şampanya aziz devletimize.

Beşir Bey ve Önder Bey örnekleri gerçeği değiştirmiyor.

Hepimiz dinleniyoruz ve bu insanlık suçu ile yaşıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Lütfen ve zorla Japonya

3 Haziran 2008
JAPONLAR şaşkın. Bir değil, bir kaç kez şaşkın. Son üç, dört yıldır ve bugün, bizimle bağlantılı şaşkın.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bugün Japonya’ya gidiyor.

Japonlar, geçmişte başka nedenlerle, bugün Gül’ün gezisi nedeniyle şaşkın.

Geçmişte iki nedenden şaşkın. İlki, Tayyip Erdoğan’ın Japonya gezisi.

O gezide Japonların gözlemleri, onların şaşkınlık ifadesi.

Yazının Devamını Oku

Türkler bir daha bu kapıdan geçmesin

1 Haziran 2008
1699’da Karlofça Anlaşması’nın imzalandığı çadırın bulunduğu tepeye 1800’lerin başında bir kilise yapılıyor. O çadırın yapısına, görünüşüne uygun bir kilise. Ama asıl ilginç olan kilisenin dört kapısı var. Tıpkı çadırdaki dört yöne bakan dört ayrı kapı gibi. Dört kapıdan üçü açık. Osmanlı’nın çadıra girdiği doğu kapısı duvarla örülü. Kilisenin yapıldığı tarihten bu yana, iki yüz yıldır duvarla örülü. Türkler artık bir daha bu kapıdan geçip Avrupa’ya ayak basmasın diye...

Dört yöne açılan dört ayrı kapı. Doğu, batı, kuzey, güney kapıları. O kapılardan biri, doğu kapısı bir daha açılmamak üzere kapatılıyor. Duvarla, sıkı sıkıya örülüyor.

Karlofça (Sremski Karlovci) Sırbistan’da şirin bir kasaba. Tarihi çok eski. Roma İmparatoru Marcus Aurelius ki, aynı zamanda Stoa felsefe okulunun kurucusu, Tuna Nehri kıyısındaki bu verimli bölgeye üzüm bağları diktiriyor. Günümüzde Orta Avrupa’da Karlofça şarapları çok itibarlı.

Geçen hafta Karlofça’dayım. Dokuz bin nüfuslu kasabanın orta yerinde dört yöne bakan dört ayrı musluklu çeşme: İnanışa göre, hangi musluktan su içerseniz, Karlofça’nın o yönünde bir eviniz olacak.

Dokuz bin nüfuslu ama, bir zamanlar Sırp Ortodoks Kilisesi’nin merkezi. Şimdi tertemiz, sakin bir kasaba.

Karlofça’nın Türkler için önemi çok başka. Karlofça’yı biz bir anlaşmadan dolayı biliyoruz. 1699 yılındaki Karlofça Anlaşması Osmanlı İmparatorluğu’nun dört yüz yıllık hegemonya sonrasında toprak kaybettiği ilk anlaşma.

Tahtta padişah II. Mustafa var. 1697’de Osmanlı Devleti, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile yine savaşa tutuşuyor. Ancak, Zenta’da yenilgiye uğruyor. Aynı anda Venedik, Mora ve Dalmaçya’ya, Lehistan ise Boğdan’a saldırıyor. Bizim tarihimize "Deli" diye geçen, Batılı tarihçilerin "Büyük" diye niteledikleri Petro Rusya’da. Karadeniz’in kuzeyindeki Azak Kalesi’ni ele geçiriyor. Her tarafta yenilen Osmanlı anlaşmaya oturmaya zorlanıyor. Zaten başka çare yok.

DÜŞÜŞÜN SİMGESİ

Karlofça’nın dış mahallelerinden birinde bir tepe var. Yeşillikler içinde, Tuna Nehri’ne bakıyor. Nefis bir manzara. O gün için de öyle, bugün de. Ne var ki, 1699’da o tepede yaşanan manzara yürek acısı. Bugün de, öyle.

O tepeye 1698 Eylül’ünde bir çadır yerleştiriliyor. Çadırın dört yöne bakan dört girişi var. Her bir kapıdan bir ülke giriyor. Birinden Venedik, diğerinden Avusturya ve Lehistan, ötekinden Rusya, doğu kapısından da Osmanlı Sadrazamı Amcazade Hüseyin Paşa ile Reisulkuttap (bugünkü dışişleri bakanı) Rami Mehmet Efendi giriyor. Osmanlı’yı temsilen.

Herkes çadıra aynı anda giriyor. Osmanlı’nın düşüş simgesi. Bir zamanlar egemenliği altındaki bu ülkelerle "şartlar artık eşit" mantığıyla, aynı anda girmek, ötekilerin üstünlüğü.

Dört-beş ay süren görüşmelerden sonra, 26 Ocak 1699’da imzalanan Karlofça Anlaşması ile Macaristan ve Erdel Beyliği (Transilvanya) Macarlar’a, Ukrayna ve Podolya Lehistan’a, Mora ve Dalmaçya Venedikliler’e bırakılıyor. Çok ağır bir anlaşma. Gerileme dönemi.

BİR MİLYON EURO NEREDE

Anlaşmanın imzalandığı çadırın bulunduğu tepeye 1800’lerin başında bir kilise yapılıyor. O çadırın yapısına, görünüşüne uygun bir kilise.

Geçen hafta o kilisenin önündeyim. Kilise şu anda onarılıyor. Onarımın başında bulunan Sırp yetkilinin verdiği bilgiye göre, Türkiye onarım için bir milyon Euro veriyor. Yine aynı yetkili, "Siz parayı verdiniz, ama parayı bizimkiler henüz bize vermedi" diyerek, kendi ülkesinden, alışık olduğumuz bir kesit aktarıyor.

Ama, asıl kilisenin dört kapısı, çadır gibi, dört yöne bakan dört ayrı kapı.

Dört kapıdan üçü açık. Osmanlı’nın çadıra girdiği doğu kapısı duvarla örülü. Kilisenin yapıldığı tarihten bu yana, iki yüz yıldır duvarla örülü. Bugün yine öyle. Onarım yine öyle.

Türkler artık bir daha bu kapılardan geçip Avrupa’ya ayak basmasın diye.
Yazının Devamını Oku