Şamar oğlanına döndük

GÜNLERDİR AB ülkelerinin Türk vatandaşlarına çektirdiği vize çilesinden yakınıyoruz. Her ülke ayrı bir ücret istiyor. Hollanda ise çok fazla abartarak 350 Euro istediğini köşenizde belirtmiştiniz.

Haberin Devamı

Bu yazılanlarla bir yere varamayız, Sayın Sinan Aygün de devamlı yazmasına rağmen somut adımlar atmalıyız. Bunun için geçmişte imzaladığımız ve elde ettiğimiz haklarımız var.

Aşağıda yazılanlar Avrupa Türkiye Araştırmalar Enstitüsü (ITES) Başkanı Sayın Doç. Harun Gümrükçü’nün kitabı 'Türkiye ve Avrupa Birliği' isimli kitabından alınmıştır.

"Stand still-Klausel kuralı, iş adamlarımız açısından 1973 yılındaki AB üyesi ülkelerle olan ticari ilişkilerindeki durum ne ise, bunların geriye doğru daha kötüye götürülemeyeceğini, hatta şartların daha da iyileştirilmesi gerektiğini topluluk Hukuku açısından ortaya koymaktadır. Eğer bu şekilde kötüleştirmeler/kısıtlamalar varsa, bunların ortadan kaldırılması için Avrupa Topluluğu Adalet Divanı’nda (ATAD) dava açma hakkı bulunmaktadır. 1973 yılında mevcut olmayan, fakat daha sonra uygulanmaya başlanılan Türk işadamlarına AB üyesi ülkeler tarafından vize uygulamasının 'Standstill-Klausel' kuralı gereği hukuken mümkün olmayan bir uygulama olduğu, dolayısı ile ATAD açısından hukuken geçersiz olduğu gerekçeleriyle ortaya konulacaktır.

HUKUK KOYMA

Bu bilgilerin ışığında...

Haberin Devamı

Avrupa Topluluğu Adalet Divanı’nın 'hukuk koyma', 'hukuk geliştirme', 'hukuka uygunluğu güvence altına alma' gibi işlevleri vardır. AB sisteminin varlığının, işlerliğinin ve devamının en önemli motoru bu mahkemedir.

ATAD’ın diğer uluslararası mahkemelerden (örneğin; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Birleşmiş Milletler`in Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi v.s) farklı olarak verdiği kararlarının yaptırım gücü vardır.

Divan kararları AB üye ülkelerini, onların ulusal mahkemelerini, tüm kamu kurum ve kuruluşlarını bağlayıcıdır. Bu mahkeme kararları ayrıca AB üye ülkelerinde doğrudan uygulanırlar ve kesin hüküm etkileri vardır. Avrupa hukukunun bir parçası olan Ankara Anlaşması, Katma Protokol ve A(E)T/AB Ortaklık Konseyi Kararları hükümlerinin AB üye ülkeleri tarafından ihlal edilmesi durumunda Divan`ın işlevselleştirilmesinin yolları Türk işverenlerine de açıktır.

HUKUKİ DAYANAKLARI

“Mevcut Durumu Kötüleştirme Yasağı (Standstill-Klausel)” Türkiye’nin A(E)T/AB ile yaptığı anlaşmalarda; Ankara Anlaşması md. 13 ve 14, Katma Protokol md. 41/1 ve 1/80 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı md. 13’te yer almaktadır. Türk işadamlarına ve serbest meslek mensuplarına AB üyesi ülkeler tarafından Vize uygulanması yukarıdaki hükümlere aykırı olduğu gibi, Roma Anlaşması'nın 58. maddesine ve A(E)T/AB arasındaki tam üyeliğe dönük ortaklık ilişkisinin ruhu ile de bağdaşmamaktadır.

Haberin Devamı

VİZESİZ AB PROJESİ

AB-Türkiye ilişkilerinin temelini oluşturan tam üyeliğe dönük “ön üyelik modeli“ 40 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bundan yola çıkarak Avrupa Birliği nezdinde doğan birçok hakkımız kullanılamamaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:

1) Türkiye’deki işverenler isterlerse Avrupa Topluluğu Adalet Divanı’nda (ATAD) dava açabilirler.

2) 1973 tarihinden itibaren İkili anlaşmalarla getirilen ve Türkiye-AT-Ortaklık Hukuku’na ters düşen kısıtlamalar hukuken geçerli değildirler.

3) AB üye ülkelerinde acente açan Türk firmalarının personeline getirilen kısıtlamalar geçerli değildir.

4) Türk işverenlerine ve serbest meslek sahiplerine uygulanan vize hukuken geçerli değildir. (Türkiye’de bazı çevreler bu vizenin kalkmasına karşıdırlar.)

Haberin Devamı

5) Türkiye-AB arasında gerçekleşmesi kararlaştırılan ‘hizmetler sektörü için serbest dolaşım hakkı’ bir an önce uygulamaya konulmalıdır. Bu yolla da diğer hizmet sektörlerinin yanında taşımacılık sektörünün de tüm sorunları çözüme kavuşturulur.

Yukarda sayılan ve benzeri konular rasyonel düşünce ışığı altında ve bilimsel kriterlere göre analiz edildiğinde, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinde ‘sadece sorgulanan değil, aynı zamanda sorgulayan ülke’ durumunda olması gerekliliği ortaya çıkmış olacaktır."

Nejat TEKİNER-ANKARA 0312-472 96 56

GÜNÜN SÖZÜ

"Çatalca'daki vakfımızda kalan iki gencimize yönelik iftiranın peşini bırakmayacağız. Köy Enstitüleri de 'fuhuş var' iddiasıyla kapatılmıştı. Aynı senaryonun tekrarlanmasına izin vermeyeceğiz."

(Ali Nesin)

AKP ve kuraklık

1990'lı yılların başlarında kuraklık olmuştu. O zaman bu AKP'lilerin dedeleri RP veya FP'liler diyorlardı ki "Başta 'kendilerine göre' Müslümanlar yok. Ondan dolayı kuraklık oluyor."

Şimdi başta olanlar onlar.

Hem hükümetteler, hem de belediyelerde...

Neden kuraklık var?

Hani 1994'de kuraklığı önlemiştiniz?

Acaba 'Allah'ın bir bildiği mi var da bugün de kuraklık oluyor!

Niyazi AHMETOĞLU

Biliyor musunuz

- LÜLEBURGAZ'da yıllardır ihale edilmek istenen ancak tartışmalar nedeniyle sürekli ertelenen 18 bin dönümlük Sarmısaklı Tarım İşletmeleri'nin Özelleştirme İdaresi tarafından bu kez bir yıl süreyle ve tarım amaçlı kullanmak kaydıyla açılan ihalesine teklif verme süresinin dün sona erdiğini...

Haberin Devamı

Bu dünyayı bırak asıl ötekine bak

İSTENMEDEN tanık olduğum bir sohbette, güneydoğulu ve PKK sempatizanı olduğunu gözlemlediğim bir şahısın ağzından, "Toprağımızı dinimize değişmeyiz" sözleri döküldü.

Yani, sözde de olsa vatanları veya toprakları uğruna uhrevi geleceklerinden rahatlıkla vazgeçebiliyorlar.

Bizde ise durumun hayli karışık olduğunu gördüm. Din, para ve iktidar ortaklığı ile topraklarımızda her türlü entrika dönüyor.

Çevremdekilerin çoğuna soruyorum; "Seçmek zorunda kalsan, dinin mi, vatanın mı?" Kimi dinim diyor, kimi ikisi birden diye cevaplıyor.

Aynı kararlılıkla vatanım diyen çok az!

Yani, Türklerin büyük kısmı, öbür dünyadaki nimetleri, vatanından ve çocuklarının geleceğinden önde tutuyor.

Sanırım şöyle düşünüyoruz:

Anadolu'yu nasıl olsa bizden kimse alamaz, öbür dünya için yaptığımız yatırımları da, bu dünyada ranta çeviririz!

Hem Anadolu, hem bu dünya, hem de öbür dünya bize hizmet eder.

Bize de keyfini sürmek kalır!

Bu zihniyette gidersek vay halimize?

Cüneyt BOL- ANTALYA

Aslanoğlu: AKP, sosyal yardımlaşma vakıflarını partizan kadrolara teslim ediyor

CHP Malatya Milletvekili F. Mevlut Aslanoğlu, Fak-Fuk Fon Vakıflarının AKP'lilerle doldurulduğunu bildiriyor.

Haberin Devamı

Devlet Bakanoı Prof. Mehmet Aydın'a soru yönelten Aslanoğlu şöyle diyor:

"İlçelerimizde bulunan sosyal yardımlaşma vakıflarına mütevelli olarak atanacak hayırseverlerin belirlenmesi yeni çıkan yasa ile, il genel meclisine bırakılmıştır. Bu yasa ile atanacak mütevellilerin ilçelerde hayırseverlikleriyle tanınmış olması temel koşulu getirilmiştir. Malatya'daki ilçelerimizde sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonu, hayırseverlilik üyelikleri için il genel meclisi üyelerince belirtilen isimlerin tarafınızca araştırılması halinde bu yasanın uygulanmasında hükümetinizin hayırsever anlayışının ne olduğunun tarafıma iletilmesini bilgilerinize arz ederim.

1- Yeşilyurt ilçemizde il genel meclisi tarafından hayırsever olarak önerilen bir üyeye daha önce ilçedeki sosyal yardımlaşma vakfından yardım yapılmış mıdır? Veya Sosyal Yardımlaşma Vakfı'nda yardım dosyası var mıdır? Sizin hayırsever anlayışınız yardım yapan insan mı yoksa, hayra ihtiyacı olan insan mı?

2- İlçelerimizden Pötürge için önerilen iki kişi AKP ilçe başkanı ve ilçe yönetim kurulu üyesi midir? Yine Akçadağ için önerilen isimler AKP ilçe yönetiminin amcaoğlu ve Malatya merkez ilçede görevli bir kişi midir? Battalgazi'de önerilen kişi AKP ilçe yönetim kurulu üyesi midir? Darende'de önerilen kişilerden biri AKP yönetim kurulu üyesi ve diğeri ise Balaban belde başkanı mıdır? Doğanşehir için önerilen iki kişi AKP ilçe yönetim kurulu üyesi midir? Kuluncak için önerilen bir üye, partiniz il genel meclisi üyesinin kardeşi midir? Arapgir ilçemizde muhtarlar adına iki kişi seçilmesine karşın hayırsever olarak tekrar iki muhtarın önerilmesi yönetmeliğe uygun mudur?

3- Hükümetinizin hayırseverlik kavramı ilçede hayırseverliliği ile tanınmış kişi yerine parti yandaşı, AKP üyse olma veya il ve ilçelerinde görev almak anlayışı mıdır?

AKP, eczacılık sektörünü bilerek yok etmektedir

ECZACILARIMIZ dün İstanbul’da bir miting düzenleyerek çığlıklarını halka duyurmaya çalıştılar. Gerçek şu ki, bireysel eczacılık AKP döneminde iflasın eşiğine getirilmiştir.

AKP ekonomide IMF’den, sağlıkta da Dünya Bankası'ndan emir almaktadır. 4-11 Aralık, 2006 tarihlerinde Sağlık Bakanlığı’na gelen Dünya Bankası süpervizyon misyonu, Sağlıkta Dönüşüm Projesi ile ilgili emirlerini Bakan Recep Akdağ’a dikte ettirip gitmiştir. Bu emirlerin başında ilaç harcamalarının iyice azaltılması, yani yurttaşların ilaca erişimini devletin iyice kısıtlaması gelmektedir.

Bugün kapanan her sağlık ocağının yanında en az bir de eczane kapanmaktadır. Bakan Recep Akdağ bunu bilerek planlamıştır. Hükümetin çok uluslu sermayeyi beslemek amacıyla ilaç harcamalarını inanılmaz boyutlarda artırırken, halkın ilaca ulaşmasını zorlaştırmış olması acıklı ama gerçektir. Bu savurganlığın faturası ilacı yazamayan doktora, ilacı alamayan yurttaşa ve parasını alamayan eczacıya kesilmektedir. Recep Akdağ’ın hedefi bireysel eczaneleri iflasa sürüklemek ve perakende ilaç satışını da çok uluslu sermayenin tekeline teslim etmektir. Sağlık Bakanı Recep Akdağ ilaç sektörünü çok uluslu sermayenin Türkiye temsilciliğini önceden kapatmış Cüneyt Zapsu’nun Drugstore Marketler zincirine peşkeş çekme projesinden vazgeçmemiş, bu projeyi tepkiler yatışana kadar buzdolabına kaldırmıştır. Fındıktakine benzer bir oyun ilaç sektöründe de sinsice oynanmaktadır.

CHP'nin "Lobilerle değil Kobilerle kalkınacağız" sloganının ilaçtaki açılımı bireysel eczacılığın desteklenmesi ve diplomalı her eczacının mütevazıda da olsa bir işyeri açıp mesleğini yapabilmesinin önünün açılmasıdır. İlaç, raf üstü yada raf altı demeden sadece eczanede ve eczacı tarafından halka ulaştırılmalıdır.

Bir kere daha ve ısrarla yinelemek istiyorum. Dünyada neoliberalizm için çalan çanlar Türkiye’de AKP için çalmaya çoktan başlamıştır. Çıkış sadece vatandaşın bu çanları duymasına ve seçimlerde mutlaka sandığa gidip gereğini yapmasına kalmıştır.

CHP Denizli Milletvekili

Prof. Mehmet NEŞŞAR

İstanbul'un merkezi neresidir

BASINDA son birkaç gündür Başbakan'ımızın gündeme getirdiği plaka sınırlaması, şehre giriş yasağı ve şehir merkezine girişlerde araçlardan alınacak ücretler hakkında çeşitli yazılar okumaktayız. Bu üç önlem de gerçekleştirilmesi çok zor önerilerdir. Ben size özellikle şehir merkezine girişlerde alınacak ücretler ile ilgili önlem hakkında fikirlerimi yazmak istedim.

Örnek olarak Londra'nın gösterildiği bu önlemde bu şehrin merkezine yani Downtown denilen iş merkezine araç ile girilmesini önlemek amacı güdülmektedir. Bana göre bu sistem İstanbul için uygulanabilir değildir. İstanbul'un merkezini neresidir gösterebilir misiniz? Merkez olarak Taksim, Karaköy, Maslak, Kadıköy, Beşiktaş, Mecidiyeköy, Bakırköy gibi yerleri sayabiliriz. Merkez olarak kastettiğim Londra gibi herkesin iş yerinin olduğu bölgedir. Bu bölgeye Londralılar iki katlı tıklım tıkış olmayan otobüslerle ve yine çok rahat ve yaygın metro ağıyla, kapkaça gaspa uğramadan güven içinde ulaşabilmektedir. Oysa İstanbul'da iş merkezlerinin olduğu yerler aynı zamanda konut merkezleridir ve bu bölgelere ulaşım ne yazık ki Londra kalitesi ve güvenliliğinde değildir. Çarpık kentleşme sonucunda iş ve konut yerleri birbirine karışmıştır. Bu bölgelerde oturan vatandaşlar ise evlerinde oturmak için veya dostlarını ziyaret etmek için ücret ödemek zorunda olacaktır.

Londra örneğinde ücret istenen bölge bir adet 15 km karelik bir alandır. Bu mantığı İstanbul'a uygulamaya kalkarsanız ortaya birçok küçük kareler çıkacaktır ve yol ve güzergah yetersizliğinden A noktasından B noktasına gitmek isteyen araçlar muhtemelen birçok ücretli karenin içinden transit geçmek ama yine o ücreti ödemek zorunda kalacaktır. Ücret ödemeden gitmek isteyen kişi alternatif olan toplu taşımaya yönelecek ve zaten iflas etmiş toplu taşıma sistemine büyük bir ek yük binecektir.

Kağan BAYÜLKEN

Çarpık kentleşme ve  beceriksiz yöneticiler

İSTANBUL'un sorunu ve Türkiye sorunları birbirinden ayırt edilemez. Halkı çağdaş eğitimle donatmayacaksınız ki yarın sizin istediğiniz oy makinalarına dönsünler. İstanbul sorunu, güçsüz yurdumuzun beceriksiz yöneticilerinin sonuçlarıdır.

Mimarlar Odası raporlarını (son 50 yıllık) okunarak uygulanması sorunu kökünden çözer.

Ben Rusya'da mimarlık ve inşaatçılık yapıyorum.

Buralarda 1000 km yakın mesafe ayılıyor; biz bu mesafeleri her hafta asarak çalışıyoruz.

Türk futbolunun İstanbul sorunundan farkı ne top nerde, hepsi orda... Sahayı tam kullanmak gerek. İyi çalışmamışsanız sonra 45 metreden gol yersiniz. Misak-ı Milli sınırlar dahilindeki ülkemin her m2'sini kullanmak gerekir. Göçü durduramazsınız. Ülkemizin her yerine hizmet götürülmelidir. Siz götürmezseniz götüren bulunur; sizi de götürürler.

Dünya değişmemiştir yeni şekillenme olmamıştır sadece yönetici geçinenler kazın ucunu yeni görmüşlerdir.

Salim OK-Mimar

'Türkiye Barışını Arıyor' konferansının sonuç bildirgesi

ANKARA'da hafta sonu yapılan 'Türkiye Barışını Arıyor' konferansında barış için özellikle 'söyleme' dikkat çekilirken, "Kürt sorunu 'şiddet ve terörizm sorunu' olarak adlandırılmaktan vazgeçilmelidir. Çünkü, sorunun tarafları sadece silah taşıyan güçler değildir" denildi.

Açılış konuşmasını Yaşar Kemal’in yaptığı 'Türkiye Barışını Arıyor' konferansı sonunda yayınlanan sonuç bildirgesinde, barışın programlanabilmesi için katılımcıların fikir birliğine vardığı öneriler yer aldı. Anayasa’nın ve seçim kanununun değişmesi, koruculuğun kaldırılması, kalıcı ateşkes, af, çok dilli resmi hizmet gibi talep ve önerilerin yer aldığı bildirgede, barışın dilde başlatılması gerektiği savunuldu. Bildirgede, “Ötekileştirici, yabancılaştırıcı ve düşmanlaştırıcı tüm söylemler terk edilmeli, siyasetin dili, şiddete yol açan ayrımcılıktan ve milliyetçilikten arındırılmalıdır. Siyasette soy mensubiyetine dayandırılan milliyetçi söylem ve özcü yaklaşımlar, karşıtını da doğurmakta, yurttaşlar arasındaki güven ve birlik ortamının oluşmasına zarar vermektedir” görüşüne yer verildi.

Bildirgede konferansın barışı inşa edecek toplumsal örgütlenmeye öncülük etmesini dilenirken, “Yirminci yüzyılın başında cumhuriyet kurulurken ıskalanan barışı yeni bir yüzyılın başında ıskalamayacağız” denildi. Katılımcılar, barışı programlamanın, siyasi, ekonomik, kültürel, psikolojik boyutları olduğunu belirtti.

“Türkiye’nin tarihsel birikiminin bu çabaya güçlü bir temel sunacak kadar köklü olduğunu da biliyoruz” denilen bildirgede özetle şunlar yer aldı:

SİYASAL ÖNERİLER

“Kürt sorunu ‘şiddet ve terörizm sorunu’ olarak adlandırılmaktan vazgeçilmelidir. Çünkü, sorunun tarafları sadece silah taşıyan güçler değildir. Sorun kentiyle kırıyla, sivil toplumu, siyasi örgütleri, resmi kurumları ve diğer sosyal kesimleriyle tüm Türkiye’nin sorunudur.

Silahlı çatışmaların karşılıklı olarak acilen durdurulması, sivil çözümlerin üretilebilmesi için zaman kazanılmasına ve zemin hazırlanmasına olanak verecektir.

Kürtlerin siyasal alanın aktif özneleri olabilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.

Yerinden yönetimin yolu açılmalı, böylelikle temsil ve katılımın önündeki engeller kaldırılmalıdır.

BARIŞIN TESİSİ

Kürtlerin siyasal temsilcileri ve partileri, barışın tesisi sürecinde her düzeyde meşru ve gerçek muhataplar olarak kabul görmelidir.

Dışlayıcı tanımlardan ayıklanmış bir ortak siyasal kimliğin oluşmasını sağlayacak şekilde bütün yurttaşların hukuksal eşitliğini ve özgürlüğünü güvence altına alan ve onları eşit haklar ve sorumluluklar ile donatan yeni bir anayasa hazırlanmalıdır.

Toplumsal, kamusal ve siyasal yaşama katılımı sağlayacak, planlanmış ve kamuoyu vicdanını rencide etmeyecek bir siyasi af veya demokratik katılım programı yürürlüğe konmalıdır.

Faili meçhul cinayetler aydınlatılmalı, suçlu resmi görevliler korunmamalı, adil bir şekilde yargılanıp cezalandırılmalıdır. Koruculuk sistemi kaldırılmalıdır.

Bütün bölge acilen mayınlardan temizlenmelidir.

EKONOMİK ÖNERİLER

Bölgedeki yoğun yoksulluğu ve bölgelerarası dengesizliği giderici pozitif ayrımcılığı esas alan kalkınma plan ve projeleri gerçekleştirilmelidir.

Bölgenin doğal kaynaklarından ve enerji işletmelerinden (su, elektrik, petrol vb.) sağlanan üretim değerlerinin bir bölümünü bölge kalkınması ve yoksullukla mücadele amacıyla kullanılmak üzere tahsis edilmelidir.

Mayınların temizlenmesi ile kazanılacak topraklar, organik tarıma açılmalıdır.

Ülkede pamuk üretiminin yüzde 47’si bölgede gerçekleştirilmektedir. Bu gerçek, bölgenin istihdam yaratacak biçimde bir tekstil sanayi merkezi haline getirilebilmesi doğrultusunda değerlendirilmelidir.

SOSYAL/KÜLTÜREL ÖNERİLER

Ülkemizde farklı kültürlerin varlığı, tarihsel ve sosyolojik bir gerçek olarak kabul edilmeli, inkarın ve yasakların yol açtığı kültür yıkımına son verilmeli, kültürel alan, kimlik gettolaşmasına yol açan kültürel ırkçılığının baskı ve saldırısından korunmalıdır.

Kamusal alanda Kürtçe’nin serbestçe kullanılabilmesi için yasal ve hukuki düzenlemeler yapılmalı, ‘çok dilli resmi hizmet ve siyasi faaliyet’ serbestliği sağlanmalıdır.

Kürt dili ve edebiyatının araştırılması ve geliştirilmesi ve eğitimi önündeki engeller kaldırılmalıdır.

Eğitim ve yönetim pratiklerinde devletle toplum arasında olduğu kadar, toplumun farklı kesimleri arasında gerilim yaratan etnik ve dinsel aidiyet vurguları son bulmalıdır.

Medya, çatışmaları meşrulaştıran, olağanlaştıran dili terk etmeli, ‘ötekini anlamayı ve birlikteliği’ vurgulayan bir dil kullanmalıdır."

Yazarın Tüm Yazıları