Paylaş
TÜRKİYE Cumhuriyeti hükümeti geçmis senelerde pasaport basımında bir çok kişiyi zengin ettiği yetmediği gibi, şimdi de yanlış uygulama nedeniyle verilen tüm pasaportların çöpe atılıp (bir kereye mahsus kullanılmakta olduğu öğrenilmiştir) yeniden yeni pasaport almaya zorlaması büyük bir skandal örneğidir.
Şöyleki, Avrupa normları ve işçi pasaportu için de Avrupa’da kullanılan pasaportlar gibi koyu kırmızı olan Türk pasaportlarının kişiye özel yerleri naylonla arkalı önlü kapatılarak- yapıştırılarak- pasaport süresi içinde herkes rahatça pasaportlarını kullanırken, pasaport süresi bitiminde 60 sayfalı bir kere kullanılıp çöpe atılması ülke vatandaşlarımızı resmen sömürmek değil de nedir?
Sorarım size; sadece pasaportunuzun Türk polisindeki süresi dolduğunda, konsolosluklar veya polis dığer boş sayfaya uzatmayı vurup tekrar naylonla kapatması milyonlarca dövizini çöpe atmaktan kurtarıp ekonomiye kazandırması çok zor mudur?
Sadece, anlayış ve ekonimiden biraz olsun anlamak diye düşünmekteyim. Bu kadar kolay bir işlem yapılması milyonlarca dövizi ülke ekonomisine kazandırmak varken, acaba bilmediğimiz bir gerekçe mi vardır?
Diğer yandan, zaten Türk polisi veya konsoloslukları bu pasaport süresini uzatması halinde, yabancı polis otomatikman ayrı bir kartla zaten kendi oturumunu vermektedir.
Yani milyonlarca insan bir kere kullandıktan sonra bu milli serveti çöpe atmaya hiç kimsenin hakkı olmadığına inanmaktayım. Bu fakir millete yazıktır, dinen de israf günah değil midir?
Haydar ERDEM
Patton’un tokatı neye malolmuştu
Sorumlu makamdakilerin
sinirlenme hakı yoktur
DÖNEM II. Savaşı... 1944 yılında en sert, yerinde duramayan, başarılı ve disiplinli Amerikalı komutan gneral George S. Patton, ‘Muzaffer ordusu’yla Almanya içlerine yürürken, gazeteciler kendisiyle mülakat yapmak isterler. Amerikalı gazeteciler, Fransa’ya gelirler; efsane generalle birlikte yaralıları görmek için bir askeri hastaneyi ziyaret giderler.
Burada yaralı genç bir erle konuşurlar. Ayağı kesilmiştir, savaştan korktuğu söyler. Bunun üzerine general, “Asker korkmaz” diye ere bir tokat atar, gazetecilerin önünde... Konu Amerikan basınında ve kamuoyunda büyük yankı uyandırır. Senato, generali demokratik hakları ihlal etti diye kınar.
O günlerde de, Amerikan Genelkurmay Başkanlığı için atama yapılacaktır. Tartışmasız general Patton’un (3 yıldızlı) Genelkurmay Başkanı olması beklenir. Ancak, Genelkurmay Başkanlığına, beklenmedik şekilde ‘gölgede kalmış bir isim olan’ Omar Bradley, 4 yıldız verilerek Patton’un yerine atanır.
General Patton’un da en büyük arzusu Berlin’e girmektir; ancak amacına ulaşmadan emekliye sevkedilir.
Kısa bir süre sonra kahrından ölür.
Almanya ve Soma’daki tokatlar, demokrasi ve insan hakları ile ilgili farkı göstermiyor mu?
Sorumlu makamdakilerin sinirlenmek lüksü yoktur!
(‘General Patton’ filmini ileyenler, bir sinir sonucu atılan bir tokatın nelere malolduğunu görmüşlerdir.)
PANO
- BELEDİYELERE; Belediye Kanunun 53.madde gereği yaptığınız afet zarar azaltma, plan, halk eğitimi vb çalışmalarınız sayfanıza koyun, lütfen, okuyalım. Prof.Dr. Miktat KADIOĞLU
- DİNİ değerleri referans göstererek siyasi açıklarınızı savunur ve üstünü mukaddesatla örtmeye kalkarsanız, halkı din düşmanı edersiniz. Fuat AVNİ
- MERSİN-Adana hattında gördüğüm nerdeyse her dört arabadan biri suriye plakalı. Emlakçılar da ilanları arapça asmaya başlamışlar çoktan. İrem KOKER
İlaç kutularından fiyat kupürleri neden kaldırıldı?
BİR iki yıldan beri ilâç kutularına fiyat kupürü basılmıyor.Karekod adı verilen işaretleme ile ilacın fiyatı bilgisayara okutuluyor.Bedelin sosyal güvenlik kurumunca karşılandığı durumda da bazı ilaçlar için “Fiyat farkı” talep ediliyor. Bu da ancak eczacı tarafından bilgisayarda okunabiliyor. Bu uygulama eczacı ile tüketici arasında çekişmeye neden oluyor. Tüketici ödeyeceği ücreti gözü ile göremediği için kuşkuda kalıyor ve itiraz ediyor. Eczacı her ne kadar belge olarak, verdiği satış fişini gösteriyorsa da, satış fişi asla ilaç fiyatının gerçekliliğini kanıtlamaz. Satış fişi sadece tutarın hasılata kaydedildiğini gösterir.
Kaldı ki Pazarlıksız Satış Yasasına ve diğer belediye mevzuatına göre ,perakende satılan her malın üzerinde satış etiketinin bulunması gerekir.
Bu tür anlaşmazlıkların ve olası suistimallerin giderilmesi açısından,ilaç kutularında eskiden olduğu gibi satış fiyatının ve ayrıca “fiyat farkı” ödenecekse bu fark tutarının da yazılması doğru olur.
İlgililerin dikkatine sunarım.
Yetvart KOVAN-YMM
Hiç bu denli Ata’sını özlememişti
Kimileri; kuracaklarını sandıkları saltanatların hayali ile ahkam kesip salına salına ama, bin bir korku içerisinde gezinmeye çalışıyor...
Kimileri; yeni türeme saltanat erbabından, nerede, nasıl nemalanacağım hesabı peşinden koşuyor...
Kimileri; bölüp-parçalayıp harman kaldıracağını sanırken, kimileri de; olana-bitene karşıymış havası estirip yağıp-gürledikçe olanı-biteni yaratanlara koltuk çıktığının ulus bireyleri tarafından algılanmadığı sanısı ile salladıkça sallıyor.
Kimileri; çıkar ilişkileri için; sivil-resmi; cübbeli-cübbesiz; üniformalı-üniformasız... çıkarı için; kör, sağır, dilsiz, suskun olmayı seçiyor...
Kimileri de; basiretsizliklerinin elde ettikleri makamlarla ters orantılı olduğunu ve bir daha böyle bir olanağı sitti sene yakalayamayacağını bildiği için özellikle dalkavukluk ya da yalakalık zırhına bürünmeyi mayasına yedirip ayrı bir eda ile salınıyor...
Elbette tüm bu ve buna benzer nice sonradan görmelerin türediği ve türetildiği yapay bir cennetin savunucuları olduğu gibi, gerçekten cehennemde yaşayan ve bu cehennemi hiç ama hiç hak etmeyen niceleri de; yarınların getireceklerini bugünlerden ölçüp-biçiyor, tartıp-yorumluyor ve bugünün sallamalarının yarınlara hiçbir katkı yapmayacağını çok iyi bilmekle kalmıyor, acısını da şimdiden yüreklerinde kor olarak duyumsuyor...
Tıpkı; “Padişahım çok yaşa...” diyen, dünyadan bihaber, ve hatta bırakın dünyayı, birey olmaktan bile bihaber teba, yani padişahın kulu sayılan birey, ırz-namus, dil, din başta olmak üzere, yurt topraklarını karış karış düşürenlerin emri havalesi altına girmişken bile çığırmaktaydı; çünkü öyle bir algı yaratılmıştı ki, “Padişahım çok yaşa” diyerek sözde bitmişliğin, tükenmişliğin üstesinden gelineceği sanılmıştı.
Tıpkı; o dönemin türetilmiş yalaka kalemşörleri, gerçekleri yazmak ve halkı aydınlatmak yerine, vıcık vıcık yağ enjekte ederek tanker pompalarına dönüştüklerinde kendilerini gazeteci , yazar-çizer sanmışlardı.
Tıpkı; o dönemde de makam ve çıkar ilişkileri için yapmadıkları şebeklik kalmayan sivil-resmi, üniformalı-üniformasız saltanat tutkunlarının, saltanatlarının sonsuz olacağından en küçük kaygıları yoktu.
Ama bir deha vardı ki, herkesten farklıydı...İnim inim inliyor, kor düşen yüreğindeki yurt sevdası ile kavrulup duruyordu... Çalmadığı kapı, randevu istemediği kimse kalmıyor fakat istediklerine bir türlü ulaşamıyordu. Çünkü, ülke öylesine muhteşem bir atmosferde yansıtılıyordu ki, teba “Padişahım çok yaşa..” demekten kendisini alamıyordu... Önemli olan, ‘padişahın çok yaşamasıydı!’ Gerisi ne halt olursa olsundu.
İşte o Deha, kükremek zamanının geldiğini; padişahın değil, tebanın yaşaması gerektiğini; tebanın yaşamasının da ilk etap da yurttaş, birey olmakla elde edileceğini; dil, din, ırk, mezhep, ne varsa düşman boyunduruğundan kurtularak elde edileceğini; bunun için de özgür ve tam bağımsız bir yurt toprağının olması gerektiğini vurguladı. Var olan saltanat üniformalarını fırlatıp attı. Öyle, “Biz bu yola kefenimizi giydik çıktık!” diyen ve yüzlerce koruma ile gezinen politikacılar gibi değil, gerçek anlamda kefenini giydi ve boynunda saltanatın idam fermanı ile daldı düşman cephelerine... Bir bir yardı cepheleri... Düşmanla, teröristle, bölücüyle, hainle uzlaşmak için değil hepsini bu yurt topraklarından attıktan sonra ödün alan konuma gelmek için yardı cepheleri... Kazanılanları kaybetmek için değil, kaybedilenleri kazanmak içindi tüm savaşımı...
Düşmanı söküp attı bu topraklardan...
Kin gütmedi... Yendiği tüm düşman ordularının baş komutanları, devlet ve siyaset adamlarının hayranlığını kazandı.
Sonrası, bildik gerçekler...
Bugüne döner, yüce ulus bireylerinin gerçeklerine bakarsak görünen yansımanın kısacık panoraması şöyledir:
Hiçbir dönemde, bu denli olana-bitene duyarlı davranmamıştı... Hiç bu denli kazanımlar ile kaybedilenlerin bilançosunu çıkartmamıştı...
Hiç bu kadar özgürlük ve bağımsızlığının tırpanlandığına, hukuk ilkelerinin dejenere edildiğine tanık olmamıştı.
Daha da önemlisi; hiç ama hiç bu denli ‘Ata’sını özlememişti!
İşte bu özlem yeter de artar bile...
Çünkü bu özlem; her şeyin ve herkesin kaderini değiştirir. İnanmayan, ‘Bandırma Vapuru’nun dalgalarındaki coşkuya alıcı gözüyle baksın yeter!..
Hüznün kol gezdiği ülkemizde Soma emekçileri yüreklere daha da hüzün ekledi. Acıyı duyumsadık... Acıdan sorumlu olanların açıklamalarını duydukça utandık, kızardık...
Bugün acılı da olsak, 1919’da kenetlenmiş ulusumuzun zafer günü; kutlu olsun...
Yılmaz ERGÜL
Ülkemizde sakat yaşamak çok pahalı
SAKAT olmak zor iş. Günlük yaşamda çekilen sıkıntılar, iş bulmada yaşanan zorluklar, çalışma hayatında yaşanan ayırımcı tutumlar. Bu örnekleri çoğaltabiliriz ama benim bu gün üzerinde durmak istediğim konu sakat yaşamanın maddi yönünde olacak (fiziksel bir engelli olarak). Sakatlık pahalı bir iş. Paralı olmak gerekiyor. Devlet bu konularda yetersiz, en önemli ihtiyaç malzememiz olan tekerlekli sandalye için bile yeterli destek sağlamadığı ortada. Destek yeterli miktarda sağlamış olsa tekerlekli sandalye için bağış toplamaya ne gerek kalırdı. Devletin verdiği para ile piyasanın en ucuz ve kalitesiz ve sağlıksız sandalyesini ancak alabiliyorsunuz.(Sevgili devletim, diğer ihtiyaçlardan geçtik hiç olmazsa iyi bir sandalye parası versen bize..)
Bu nedenle iyi bir sandalye alalım dersek 3-4 bin. TL’yi gözden çıkarmak gerekir. Oda en çok 5-6 sene kullanabileceğiniz sandalye için. Bunun yanında ayağa kaldıran bir sandalye alayım dersen 10 bin tl. harcaman gerekir. Bunun akülüleri, dışarıda rahatça gidebilenleri ise araba fiyatına. Paran yoksa iyi bir sandalye sahibi olmam hayal. Gene sandalye kadar gerekli bir malzeme olan havalı minderler de normal bir alım gücünün bayağı üstünde. Maalesef devlet desteği burada da yok.
Yaz geldi bir tatile gitmeyi düşünebilirsin diğer tüm insanlar gibi. Diğer insanlar ucuz bir yer bulup gidebilir. Ama biz öyle her yere her tesise gidemeyiz. Ucuz otellerin nerdeyse hiç biri tekerlekli sandalyeye uygun değildir.
- Araba alacaksınız ama her araba olmaz. Bagajınız büyük olacak. Motoru şu kadar olacak özel tesisatı olacak vb. Tesisat yaptırmak ayrıca bir para. Araba alırken, satarken işlemler için normal insan 50 TL. İle işini bitirir. Bizler ise 500 TL’yi gözden çıkarmamız gerekiyor
Yaşam içinde haksızlıklara uğrama oranımız normal bir insandan oldukça fazla. Hep ayırımcılıklara muhatap oluyoruz. Hak nerede aranır tabi adliyede. Dava açmak para, dava süreci para, Avukat para. Hem de öyle böyle değil.
Bunlar benim hemen aklıma gelenler. Bir rampa yapmak, hazır rampa almak, ev içi aparatlar, yaşamımızı kolaylaştıracak aparatlar da para, hem de iyi para.
- Bu arada yabancı sitelere de bakıyoruz oralarda da her şey pahalı diyebilirsiniz. Evet, ama oralarda sosyal devlet var ve bu aparatların tümünü devlet karşılıyor.
Kolay değil engelli olmak engelli de olsa kaliteli yaşamak. Hele bir de bir de paran yoksa.
O zaman şöyle bitirelim yazımızı “fakirsen sakatlık senin neyine….”
Levent KARAGÖZ
Rüştü Asyalı’ya çok teşekkür ederiz
CNN Türk’te Enver Aysever’in ‘Aykırı Sorular’ın (10 Nisan) konuğu tiyatro sanatçısı Rüştü Asyalı’ydı. 45 dakika bir su gibi akıverdi. Konuşan; zarafet, liyakat ve heybetin ta kendisiydi çünkü... (Elbette Sayın Aysever’in soruları da çok iyiydi, duyarlılık ve bilinç yüklüydü.)
Rüştü Asyalı “Aydınlanma...” dedi, “Sanat kurumlarında özerklik...” dedi, “Daima ve hep iyimserlik...” dedi o olağanüstü sesiyle söyleşi boyunca. Nâzım Hikmet’in ‘Akrep Gibisin Kardeşim’ şiirini bir okuyuşu, şiirin sonunda eşsiz vurgusu ve insanı ekrana çivileyen benzersiz edasıyla bir “Canım kardeşim!” deyişi vardı ki unutulacak gibi değildi o anlar...
TRT’ye olan gönül kırgınlığını da dile getirdi Rüştü Asyalı. O Rüştü Asyalı ki, TRT’nin tek tabanca olduğu yıllarda; Fred Zinnemann’ın 1966 yapımı başyapıtı ‘Her Devrin Adamı’nda büyük İngiliz hümanist düşünür/devlet adamı Thomas More’u, Oscar ödüllü 1950 yapımı ‘Cyrano de Bergerac’ta “İstemem eksik olsun!” tiradıyla gönüllere yerleşmiş şair şövalyeyi ve daha nice müthiş karakteri görkemle seslendirirken, TRT’nin saygınlığına saygınlıklar katmıştı... Sayın Asyalı, yaşamımıza kattığınız bütün güzellikler için size çok teşekkür ediyoruz...
Aziz Naci DOĞAN
Paylaş